🐉 Sezai Karakoç Veda Şiiri Incelemesi

Iy68. BALKON Çocuk düşerse ölür çünkü balkon Ölümün cesur körfezidir evlerde Yüzünde son gülümseme kaybolurken çocukların Anneler anneler elleri balkonların demirinde İçimde ve evlerde balkon Bir tabut kadar yer tutar Çamaşırlarınızı asarsanız hazır kefen Şezlongunuza uzanın ölü Gelecek zamanlarda Ölüleri balkonlara gömecekler İnsan rahat etmeyecek Öldükten sonra da Bana sormayın böyle nereye Koşa koşa gidiyorum Alnından öpmeye gidiyorum Evleri balkonsuz yapan mimarların Sezai KARAKOÇ Divan şiirindeki beyit anlayışı, Tanzimat edebiyatıyla birlikte yavaş yavaş ortadan kalkmış, onun yerine anlamın birden fazla mısraya dağıldığı müstezad gelmiştir. Servet-i Fünun hareketi, müstezatı daha da genişleterek serbest müstezat haline dönüştürmüştür; Cumhuriyet sonrasında ise serbest şiir adını verdiğimiz yeni bir tarz ortaya çıkmıştır. Bu anlayış, şiirde herhangi bir vezin kullanılmasına gerek duyurmadığı gibi kafiye, redif gibi özellikle ahenge ait özellikleri de şiir için zorunluluk olmaktan çıkarmıştır. Bununla birlikte, serbest şiir adını verdiğimiz tarzda yazılan metinlerin ahenkten, müzikaliteden yoksun olduğunu söyleyip genelleme yapmak da doğru değildir. Çünkü ahengi sağlayan unsurlar, serbest şiirde ya mısra içlerine kaymış ya da metnin bütününe yayılarak varlığını sürdürmenin bir yolunu bulmuştur. Sezai Karakoç’un Balkon1 adlı şiiri, bu tarza uygundur. Günümüz şairlerinden ve II. Yeni olarak adlandırdığımız şiir hareketinin temsilcilerinden olan Sezai Karakoç, şiir anlayışını temellendirirken, Divan ve Halk şiirinden olduğu kadar tasavvuf ve Batı şiir anlayışlarından da yararlanarak kendine güçlü bir gelenek oluşturmuştur. Bu yüzden de aruzla yazmadığı halde şiirlerinde aruzun ahengini, heceyle yazmadığı halde, zaman zaman farkında olmadan hecenin kullanıldığı mısraları, kafiyeye fazlaca müracaat etmediği halde kafiyeli kullanımları sıkça görürüz şiirlerinde. Balkon şiirindeki “ölür/cesur; evlerde/demirinde; anneler/elleri; yer/tutar; balkon/kefen; gömecekler/etmeyecekler; zamanlarda/sonra da” kelimeleri ya mısra sonlarında yahut mısra içlerinde kafiye, redif ve ses benzerlikleri oluşturarak ahengi sağlamışlardır. Bu durum, şiirin kendisini ne kadar kafiye, vezin ve redif gibi biçimsel unsurlardan kurtarmaya çalışırsa çalışsın, aslında onsuz yapamayacağının en belirgin işaretleridir. Balkon şiirinin teması, modern mimari anlayışının insan üzerindeki olumsuz etkisidir. Şair bunu balkon göstergesini kullanarak vermektedir. Bilindiği gibi balkon anlayışı daha çok Batılı mimarinin bir özelliğidir. Özellikle apartman kültürünün yaygın olduğu dönemden itibaren, çok katlı binalarda yaşayan insanların dışarıyla temasını sağlamak için başvurulmuş bir yöntemdir. Ancak şaire göre faydadan çok zararı olan bir mimari unsurudur balkon. Hele çocuklar söz konusu edildiğinde! Çocuklar, hareketli oluşları, sürekli dışarı çıkmak için balkonu tercih edişleri, kontrollerini sağlamakta güçlük çekmeleri bakımından balkonun olumsuzluklarından ziyadesiyle etkilenirler. Şair, burada, modern mimari anlayışının olumsuzluklarını balkon göstergesiyle anlatırken, şiiri değil de başka bir edebi ifade yöntemini kullanabilirdi. Bir hikâyeyle, bir deneme yahut makaleyle bize balkonun olumsuz özelliklerini sıralayabilir ve geleceğin dünyasındaki evlerin balkonsuz yapılması gerektiğine dair tezler ileri sürebilirdi. Ancak şiirde yarattığı etkiyi yaratması neredeyse imkânsız olurdu. Şiirin kendine özgü sesi, kurgusu, dil ve üslubu zihnimizde daha kalıcı etkiler bırakmaktadır. Nitekim birinci dörtlükteki “Çocuk düşerse ölür çünkü balkon/ Ölümün cesur körfezidir evlerde/ Yüzünde son gülümseme kaybolurken çocukların/ Anneler anneler elleri balkonların demirinde” ifadesi yerine “balkon, çocuklar için ölüme götüren yollardan biridir. Aman çocuklarınızı balkona tek başlarına bırakmayın. Eğer çocuklar balkondan düşüp ölürse anneleri buna çok üzülür.” Gibi bir ifade kullanmış olsa, günlük hayatta sürekli karşılaştığımız biçimde bir dil kullanmış olurdu ve dil günlük iletişim misyonunun ötesine geçip amaçla aracı örtüştüren ontolojik bir niteliğe dönüşmezdi. Oysa “ölüm” yerine “son gülümseme”; “anne kederi” yerine çocuğunun ölümüyle şoka girmiş bir annenin buz gibi demiri kavramış elleri ima edilerek “anneler anneler elleri balkon demirinde” denmek suretiyle hiç alışık olmadığımız, bize farklı gelen bir dil ve üslup kullanımı sergilemektedir. Balkon korkusunun bir bilgi olmaktan çıkıp canlı, elle tutulur bir nesneye dönüştürülmesi ve zihnimize çakılarak kalıcılaştırılması şiirin kendine özgü büyüleyici telkininden kaynaklanmaktadır. a. Şiir ve Zihniyet Her şiir, doğrudan yahut dolaylı, az ya da çok, içinde belli oranda bir zihniyeti taşır. Bu zihniyet, şiirin dokusunun içinde erimiş olarak varlığını anlık pırıltılarla gösterir. Şiirin sahip olduğu zihniyet her zaman şairinin dünya görüşünü, hayata bakışını aksettirmeyebilir; bu, bazen bir topluluğun genel anlayışı, bazen bir milletin ortak duruşu, bazen geçmişten bugüne uzanan bir mitolojinin güncelleştirilmesi vs. şeklinde de kendini ortaya koyabilir. Ancak genel itibariyle şiire sinmiş olan zihniyet şairin duygularıyla birlikte düşüncelerinin de yansıması olara görünür. Balkon şiirinde, Sezai Karakoç ile özdeşleştirebileceğimiz bir bakış açısı ayan beyan ortadadır. Şairin hayat görüşü ve estetik algısının genelde Doğu medeniyeti, özelde ise İslam düşüncesine dayandığını biliyoruz. Bu da ister istemez Batılı düşünce, yaşam biçimi, sosyal hayat, edebi ve estetik değer kurgularının bir şekilde reddi anlamına gelmektedir. Batılı mimari, belki de zorunlu olarak “apartman” kültürüne dayanmakta, bu da yerine göre binlerce insanın aynı yapının içine sıkıştırılmasıyla oluşturulmuş bir yan yana geliş anlamına gelmektedir. Evlerin sıkış sıkış olması, her santimetre karenin hesabıyla oluşturulmuş bir mekan anlayışı, istediğiniz an adımınızı dışarı atmayı güçleştirmektedir. Sürekli ev içine kapatılmış insan için dışarıyı teneffüs etme olanağı bir tek balkonla mümkün görünmektedir. Böylece balkon, bir zorunluluğun ortaya çıkardığı patoloji olarak düşünülebilir. Bu durumda, balkonların varlığı, ona ayak uydurmayı beceremeyen, henüz gerçek ile yapaylığı birbirinden ayırmakta zorlanan çocukları tehdit etmektedir ve zaten balkonun olumsuz etkilerine en fazla çocuklar maruz kalmaktadır. Modern dünyada, gazeteler sıklıkla, balkonda dışarıyı seyreden çocukların aşağı düşme öykülerini yazmaktadırlar. Hayatımızın önemli gerçeklerinden biri olmuştur bu. Şair, burada Batılı “modern” mimari anlayışına tepkisini dile getirmektedir. b. Şiirde Ahenk Sezai Karakoç, II. Yeni şairlerindendir. Balkon şiiri de kuşkusuz bu dönemde ortaya çıkmış metinlerinden biridir. II. Yeni, şiirde katı bir biçimsel fikri sabit geliştirmemiş olmakla birlikte; gerek Divan, gerek Halk, gerekse Batı şiirinden etkilenmiştir. Balkon şiirinde, belirgin olmasa bile Halk şiirinin 4’lük anlayışı ile dağınık şekilde bir kafiye sistemiyle karşılaşıyoruz. Bununla birlikte, şiirde ahengi sağlamak için şair mısra içi kafiyeler, aliterasyonlar ve redifler de kullanmıştır. Birinci dörtlükteki “balkon/çocukların”; ikinci dörtlükteki “balkon/kefen” kelimeleri arasında yarım kafiye kullanılmıştır. Aynı şekilde, birinci dörtlükte “evlerde/demirinde”; üçüncü dörtlükteki “zamanlarda/sonra da”; son dörtlükteki “Koşa koşa gidiyorum/öpmeye gidiyorum” kelimeleri arasında ciddi bir ses benzerliği yaratılarak ahenk oluşturulmuştur. Yine birinci dörtlüğün son mısrasında “Anneler anneler elleri balkonların demirinde” “r” ve “l” sesleri sürekli yinelenerek bir armoni sağlanmıştır. Üçüncü dörtlükteki “Gelecek zamanlarda/Ölüleri balkonlara gömecekler” mısralarında da “l” sesleri bir armoni yaratmaktadır. c. Şiir Dili Bilindiği gibi genelde edebiyat çok daha özelde ise şiir dili günlük dilden pek çok bakımdan ayrılmaktadır Bu, dilin yüzeysel anlamından derin anlamına dönüştürülmesiyle sağlanır. Metinde kullanılan kelimelerin işlevlerinin kırılması, değiştirilmesi, edebi sanatlar kullanılarak aynı zamanda birkaç boyut kazanması, kelime yinelemeleri, şiir dilinin doğasına uygun bir “aura” kazanmasını gerektirir. Balkon şiirinde “balkon”un evlerde “ölümün cesur körfezi” olması; şairin içinde ve evlerde “balkonların” ancak bir tabut kadar yer tutması; balkonlarda asılı çamaşırların bir anda “hazır kefen”e dönüşmesi; bırakın toprağın altında rahat uyumayı, yerin yüzeyinde bile kendine hak tanınmayan ölülerin “balkonlara gömülmesinden” dolayı öldükten sonra bile rahat olamayacakları hep şiir dilinin olanaklarından yararlanılarak elde edilmiş metaforlardır. Bununla birlikte “Çamaşırlarınızı asarsanız hazır kefen/Şezlongunuza uzanın ölü” mısraları dili bulunduğu işlev ve konumundan çıkarıp daha üst düzeyde bir kurguya dönüştürmektedir. Bu, II. Yeni şairlerinin sıklıkla yaptıkları dilin unsurlarının yerini değiştirme anlayışının bir uzantısıdır. Annelere, çamaşırlarınızı balkonlara asmak, sembolik olarak onlar için hazır kefen yapmak anlamına gelmektedir ima ve uyarısı yapılmaktadır. Bununla birlikte, güneşlenmek için balkona atılmış şezlongun varlığı ile mezar; oraya uzanmış insanların görüntüsü ile ceset arasında bir bağ kurularak balkon bir dinlenme, gökyüzünü seyir, dışa açılan kapı ve pencere olma işlevinden çıkarılarak bir mezarlık işlevine büründürülmektedir. Şair, devrik cümle kurgusundan da yararlanmıştır. Örneğin, “bana koşa koşa nereye gittiğimi sormayın, ben evleri balkonsuz inşa edecek olan mimarların alnını öpmeye gidiyorum.” yerine “Bana sormayın böyle nereye/ Koşa koşa gidiyorum/ Alnından öpmeye gidiyorum/ Evleri balkonsuz yapan mimarların” ifadesini kullanarak daha çarpıcı bir vurgu, tonlama ve ses tonu yakalamıştır. Karakoç, şiir dilinin kendine özgü işleyişini en belirgin şekilde “Yüzünde son gülümseme kaybolurken çocukların/ Anneler anneler elleri balkon demirinde” mısralarında göstermiştir. Burada, “ölüm”ü ve onunla ilişkilendirebileceğimiz her türlü masum duyguyu, ölümle çocuk arasında bir türlü kurmak istemediğimiz o hüzünlü bağı “çocuk ölünce” şeklinde ifade etmemiş; bunun yerine çok daha şiirsel, insanı çok daha derinden kavrayıp sarsan yüz/gülümseme/kaybolma/çocuk kelimelerini kullanıp “ölüm” kelimesini ise hiç anmadan ölümü anlatmıştır. Çocuğunun ölümü karşısında annenin şok geçirmişliğini, ezikliğini, bağrı yanıklığını, yüzünün karalar bağlamasını vs. bütün bunları kullanmadan ama bütün bunlardan daha etkili şekilde “Anneler anneler elleri balkonların demirinde” ifadesiyle ortaya koymuştur. “Anne/ annenin elleri/ balkon demiri” şok tam da buradaki karşıtlıklardadır. Sanki çocuğunun ansızın ölümünü gören ve hala onun orada yatan gövdesini seyrederek şok geçiren annenin sıcaklığını, elleri yoluyla balkonun demiri bir anda çekip almış, yüzündeki kanı alır gibi, yüreğinin atışını alır gibi, nefesinin hareketini alır gibi dondurmuştur. Burada, şiir diline özgü olağanüstü bir tutum vardır. d. Şiirde Yapı Balkon şiiri, dört 4’lük mısralardan oluşturulmuş dört dörtlük bir şiirdir. Şair, birinci dörtlükte; çocuklar için balkonların güvensiz yerler olduğunu, çocukların her an balkondan düşme riskleri taşıdıklarını, çocuklar ölünce buna en çok annelerin üzüleceğini; ikinci dörtlükte şairin nezdinde balkonların bir tabuttan farksız olduğunu, apartmanlarda yaşayan kadınların çamaşırlarını balkonlara astıklarını ve bunun olsa olsa hazır kefen yapma anlamı taşıyacağını, balkona uzanıp dinlenmenin ise mezara girip ölmekten bir farkının bulunmadığını; üçüncü dörtlükte geleceğin dünyasında ölüleri balkonlara gömeceklerini ve insanın bu dünyada olduğu gibi öteki dünyada da rahat edemeyeceğini; son dörtlükte ise bütün bu olumsuz tabloyu ortadan kaldırmanın yolunun evleri balkonsuz inşa etmekten geçtiğini, felaketin önüne böylece geçileceğini, bunu yapacak olan mimarların ise kutlanması gerektiğini ifade eder. Böylece, şiirin yapısı birinci dörtlükten son dörtlüğe kadar başlangıç, gelişme ve sonuç şeklinde bir kompozisyon üzerine kurulmuş olmaktadır. e. Şiirde Tema Şiirin konusu balkondur. Birinci derecede önemli tema, balkonların çocuklar için tehdit olduğudur. İkinci derecede, çocukların balkon yüzünden ölümlerinin en fazla annelerini üzeceğidir. Üçüncü derecede, gelecekte ölülerin balkonlara gömülecek oluşlarının/gömülmek zorunda kalınışlarının yarattığı ürpertidir. Dördüncü tema ise şairin mimarlardan istediği bir beklentidir Evleri balkonsuz yapmaları. SEZAİ KARAKOÇ f. Gerçeklik ve Anlam Şilili şair Pablo Neruda, “Gerçekçi olmayan bir şair ölüdür. Ve yalnızca gerçekçi olan bir şair de ölüdür.”2 der. Aynı şekilde şairin kendisi de “Sanatçı ve Realizm” adlı yazısında bu düşünceyi karşılayan ifadelerde bulunmuştur “Dış dünyayı olduğu gibi almak. İşte sanatın sıfır olduğu nokta, alt nokta; sanat eserinin üzerine kurulduğu vaka ve vakaların tepeden tırnağa, içten ve dıştan, kökten ve yüzden, eşyaya ve kanunlarına aykırı düşmesi… İşte sanatın sıfır noktası olmasa da, eninde sonunda başarısızlığı gösterecek noktası, son nokta… Bu iki uç arasındaki sayısız durumlar, haller, kullanılagelen manasıyla realite ile sanat eseri arasındaki ilgiyi verir.”3 Genel olarak Sezai Karakoç şiirini değerlendirirken ilk elden dikkat çeken husus bu Ne bütünüyle gerçek ne bütünüyle ondan kopuk. Balkon şiiri, günümüzde belki de en fazla muhatap olduğumuz halde üzerinde fazlaca durmadığımız bir mimariye dikkat çekmektedir Evlerin balkonlarına. Gerçekten de modern mimari anlayışı, en fazla çocukların zararına olmuştur. Geleneksel yapılarda çocuklar yürümeye başladıkları andan itibaren kendilerine oyun alanı arama gereği bile duymaksızın, adımlarını dışarı atar atmaz kendileri için doğal parklarda, bahçelerde, arsalarda bulurlardı. Oysa günümüzde yaz kış eve mahkum olan, kelimenin gerçek anlamıyla da bir mahpus hayatı yaşayan çocuklar için balkonlar bir “kaçış” alanı haline gelmiştir. Ama yalancı bir kaçış; çünkü, balkonlar çocuklar için sığınak oldukları kadar içinde tehlikeler barındıran korkulu yerlerdir. Neredeyse ölüm/oyun/balkon birbirini çağrıştıran kelimeler olmuşlardır. g. Şiir ve Gelenek Bütün yönleriyle uyuşmasa bile, Sezai Karakoç’un şiir anlayışında II. Yeni’nin yeri manidardır. Özellikle biçim, tarz ve eda bakımından şairin Balkon şiiri II. Yeni’ye özgü bir duruş sergilemektedir. Dilin gramatikal yapısına yönelik oynamalar, yer yer devrik cümle kurguları; hayale kapılarını sonuna kadar açması, edebi sanatların özgür şekilde kullanılması, kendini özgür çağrışıma bırakma gibi hususlar hep II. Yeni şiirinin Balkon şiirine sızmaları gibi görünmektedir. “Balkonun ölümün cesur körfezi” olarak düşünülmesi; “evlerde ve şairin içinde balkonların bir tabut kadar yer tutması”, “gelecek zamanda ölülerin balkonlara gömülecek olması”, bundan dolayı onların “öldükten sonra da rahat etmeyecek oluşları” II. Yeni şiirinin serbest çağrışıma zemin hazırlamalarının bir etkisi gibi görünmektedir. Buna karşın, “Çamaşırlarınızı asarsanız hazır kefen/Şezlongunuza uzanın ölü” ifadeleri II. Yeni şiirinin dilin gramerine dönük müdahalesi olarak düşünülebilir. h. Şiir ve Yorum Gerçekte, balkon, bize özgü bir mimari anlayışının ürünü olmadığı için, geleneğimizde bu konuyu ele alan bir şiir yoktur. Ancak dünya edebiyatı düşünüldüğünde, özellikle Batı edebiyatında kuşkusuz bunun örneklerine rastlamak mümkündür. Nitekim Balkon’un, Pazar Postası’nda yayımlanmasının hemen ardından II. Yeni şairlerinden Cemal Süreya şiirle ilgili görüşlerini şu şekilde ortaya koyar “Bu şiirin imkânlarıyla Charles Baudelaire’nin Le Balcon’u arasında ki fark günümüz şiirinin değişik bir yönünü anlatır. Daha paradoks düşkünü, daha kaprisli, simetriye pek önem vermeyen ya da simetriyi belirsiz bir noktadan alıp götüren bir şiir karşısındayız. Sezai Karakoç’un Balkon’u güzel bir şiir. Fakat asıl önemi yeni ve daha güzel şiirler yazdıracak bir yatırım olmasında toplanıyor.”4 i. Şiir ve Şair Ortaya çıktıktan sonra şairinden bağımsız hale gelen her metin gibi Balkon şiirini düşünürken de mutlak anlamda Sezai Karakoç biyografisiyle sıkı özdeşlikler kurmak çok da önemli değil. Bununla birlikte, şairinden ne kadar bağımsız olursa olsun, onun mayasını taşıdığı için, belki şairden şiire değil ama şiirden şairine gidilebilir. Bunun en temel gerekçelerinden biri, kuşkusuz, her metnin aynı oran ve mesafede yazarın görüşlerini taşıma kabiliyeti gösterememesidir. Balkon şiiri ise Sezai Karakoç’un genel şiir anlayışının merkezinde yer alan metinlerden biridir. “Körfez’deki şiirlerin içinde en çok tanınanı ve her kesimden okurun beğenisini kazananı şüphesiz Balkon’dur. Balkon, daha Pazar Postası’nda yayımlandığı günden itibaren edebiyat çevrelerinin ilgisini çekmiş, o günden sonra yayınlanan şiir antolojilerinde şairini temsil etmiştir.”5 Bunda hiç kuşkusuz, yukarıdaki başlıklarda ifade edildiği gibi Balkon şiirinin gerek biçimsel öğeleri gerek yapıya ait unsurlar, gerek dil kurgusu ve gerekse ilettiği mesaj bakımından Sezai Karakoç’un şiir anlayışını temsil etme kabiliyetini göstermesidir 6. Zaten kendisi de “Sanat tutumum, genel dünya görüşümün bir bölümünden başka bir şey değildir. Onu bir sesin, yeni bir sesin sırtına yüklemekten ibarettir.”7 diyor. Buradan hareketle, Balkon şiirinin şairin Doğulu bakış açısıyla Batı medeniyetine ait mimari anlayışını estetik bir nazarla değerlendirme girişimi olduğunu söylemek mümkündür. Dipnotlar 1. KARAKOÇ, Sezai; Şiirler III-Körfez/Şahdamar/Sesler, Diriliş Yayınları, 5. baskı, İstanbul, 1990, s. 116. 2. MAYAKOVSKY-ELUARD-ARAGON-BRECHT-NERUDA, Saf Şiir Yoktur, Broy Yayınları, 3. baskı, basım yeri yok, 1994, s. 100. 3. KARAKOÇ, Sezai; Edebiyat Yazıları I, Diriliş Yayınları, 2. baskı, İstanbul, 1988, s. 27-28. 4. Aktaran KARATAŞ, Turan; Doğunun Yedinci Oğlu Sezai Karakoç, Kaknüs Yayınları, İstanbul, 1998, s. 223. 5. KARATAŞ, Turan; 6. Metin merkezli düşündüğümüz ve biyografileri metin için kullandığımız gerçeği gözden kaçmamalıdır. Dikkat edilirse, burada temsil kabiliyeti olan Sezai Karakoç değil, Balkon şiiridir. 7. KARAKOÇ, Sezai; Edebiyat Yazıları II, Diriliş Yayınları, İstanbul, 1986, s. 36. İsmet Emre Buruciye Edebiyat Dergisi 19 yaşında Mülkiye'de sınıf arkadaşına âşık olan bir genç… Sevdiği genç kıza itiraf olarak yazılmış neredeyse yarım asır sonra anlaşılan bir şiir... Gizemleri, bilinmezliği, 14 kıtasında aşk, sevgi, hasret, itiraf ve sitem dolu mısralar... Ünlü şair, yazar, mütefekkir ve siyasetçi Sezai Karakoç'un sevda üzerinde yazdığı Monna Rosa şiiri, edebiyatımızda aşkı en güzel anlatan eserlerin başında yer alıyor. Bilinmezlik çünkü; yıllarca Monna Rosa'daki gizem çözülemedi. 50 yıl sonra şiirdeki o akrostiş ile Sezai Karakoç'un Monna Rosa'sı, şahesere ilham kaynağı ortaya çıkmıştı. Kıta başlarındaki harfler açık açık o ismi gösteriyordu; "Muazzez Akkaya'm". Peki Muazzez Akkaya kimdi? Monna Rosa o muydu? Giriş Tarihi 1335 Güncelleme Tarihi 1309 1 27 MONA ROZA’DAN ÖNCESİ Sezai Karakoç 22 Ocak 1933 yılında Diyarbakır'da dünyaya geldi. Çocukluğu Ergani, Maden ve Dicle ilçelerinde geçen ve 1938 yılında Ergani'de 3 ay ilkokul öncesi ihtiyat sınıfına devam eden Sezai Karakoç, ilkokulu 1944'te Ergani'de bitirdi. Daha sonra Maraş Ortaokulu'na parasız yatılı olarak kayıt oldu. 1947'de burayı bitirerek Gaziantep'te yine parasız yatılı lise öğrenimine başladı. Gaziantep Lisesi'nden 1950'de mezun edildi. Felsefe okumak istediği için İstanbul'a gitti. Babasının isteği ilahiyat fakültesiydi. Kendi parasıyla okuyamayacağını anlayınca, parasız yatılı kısmı bulunan siyasal bilgiler fakültesi sınavına girdi. Sınav sonuçlarını beklerken de felsefe bölümüne kayıt yaptırdı; şayet sınavı kazanamazsa felsefe tahsili yapacaktı. 2 27 YILLAR SONRA ORTAYA ÇIKAN AKROSTİŞ Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni kazanarak başladığı yükseköğrenimini 1955'te fakültenin mali şubesinden mezuniyetle tamamladı. İşte tam da bu zamanlarda Mona Roza şiiri herkesin yüreğinde kendine yer buldu. Sezai Karakoç'un 14 kıtalık "Mona Roza" şiirinin kıta başlarındaki harflerin yan yana getirilmesiyle ortaya çıkan "Muazzez Akkaya'm" akrostişi, onlarca yıldır edebiyat çevrelerinde cevabını aradı durdu. 3 27 BU ŞİİR İMKANSIZ AŞKIN ŞİİRİYDİ Mona Roza, 'tek gül' anlamına geliyordu. Moza Roza şiiri yıllarca tam bir tam bir muamma olduğu ve Sezai Karakoç Usta da ketumiyetiyle gizemi daha da artırdığından, "Sezai Karakoç – Muazzez Akkaya aşkı"na ilişkin öyle hikayeler anlatıldı ki... Bu efsanelerden birkaçını aktaralım. Anlatılanlara göre, Sezai Karakoç, üniversitedeyken bir okul arkadaşına sevdalanır. Fakat kendisini yakışıklı bulmadığı için ona bir türlü açılamaz. Bir gün cesaretini toplayıp aşkını Muazzez Hanım'a arz eder. Fakat reddedilince çok üzülür. Okullar tatil olur. Muazzez Hanım Geyve'de yazlıkta kalmaya başlar. Sezai Karakoç da tam karşısındaki yazlığın bahçesinde bahçıvan olarak çalışmaktadır. Ve her gün bahçeden karşılıksız sevgi duyduğu sevgilisini seyreder. Ona şiirler yazar. 4 27 GURUR, AŞKIN ÖNÜNE GEÇER Gel zaman git zaman okul biter ve mezuniyet töreni yapılır. Mezuniyet törenindeyse Sezai Karakoç Mona Roza şiirini okur. Muazzez Akkaya ise tam karşısındadır. Şiiri bittikten sonra bir alkış tufanı kopar. Herkes bir daha okuması için ısrar eder. Ve tam üç kez, Sezai Karakoç bu şiiri art arda okur. Sahneden tam ineceği sırada Muazzez Hanım koşarak yanına gelir ve ona hala teklifinin geçerli olup olmadığını sorar. Sezai Karakoç, "Senin aşkın artık benimkine yetişemez." der ve hayır cevabını verir. Muazzez Hanım bayılır. Ertesi gün ise Muazzez Hanım'ın intihar ettiği duyulur. Bu efsanenin ilk versiyonudur. Sezai Karakoç bir kıza âşık olur, ama bunu ne o kıza ne de başka birine anlatabilir. Kız bir şeylerin farkındadır ama emin değildir. En yakın arkadaşı Sezai Karakoç'un şiire olan merakını biliyordur ve bir davete katılması için ısrar eder. O da kıramaz ve katılır. Programı sunan da o arkadaşıdır. Gecenin sonuna doğru söze başlayan arkadaşı, aralarında da güzel şiirler yazan birinin olduğunu söyler ve Sezai Karakoç'u sahneye davet eder. Sıkıla sıkıla çıkar Karakoç ve Mona Roza'yı okumaya başlar. Kız da ordadır ve nişanlanmıştır. Emindir artık emin olamadıklarından. Bakışırlar bir süre, sonra Karakoç daha fazla dayanamaz ve koşarak sahneyi terk eder. Kız arkasından koşar hemen. Yetişir Karakoç'a. Parmağındaki yüzüğü göstererek der ki "Bir tek sözüne bakar, çıkarıp atarım.". Sezai Karakoç da "Artık senin aşkın benimkine yetişemez." der. O gece kız intihar eder. Sezai Karakoç hala evlenmemiştir..." Konu İçindeki BaşlıklarSezai Karakoç Kimdir?Sezai Karakoç’un HayatıSezai Karakoç’un Edebi Kişiliği Sezai Karakoç’un ŞiirleriSezai Karakoç’un Sözleriİlkokul ve Ortaokul YıllarıLise YıllarıNecip Fazıl’a Mektup Yazmasıİlk AşkıÜniversite Yıllarıİş Hayatına AtılmasıŞiir Yazmaya BaşlamasıMonna Rosa Şiirinin ÜnlenmesiAşk Acısını Şiire Dökmesiİkinci Yeni Şiirine İsim Babalığı YapmasıEdebi ÇalışmalarıEmeklilik Yılları ve Aldığı Ödüller Uhrevi dünyadan hissettiklerini modern hayat bilgisiyle başarılı bir şekilde harmanlayarak okurlarına sunan edebiyatın önemli bir şahsiyetidir. Türk şiirini metafizik bir konuma getiren isimdir. Bu yazımızda çok yönlü kişiliğiyle Sezai Karakoç’u tanıyacağız. Modern sanattaki soyutlamanın İslam anlayışına uygun olduğu görüşünde olup yaşamı boyunca bunu savunmuş bir şairdir. Hem geleneksel şiire yaklaşmış hem de çoğu şiirini modern bir dille kaleme almıştır. Sadece kendi coğrafyasını değil, aynı zamanda tüm dünyayı düşünen ince ruhlu yapısıyla öne çıkar. Sezai Karakoç, kendi adıyla özdeşlemiş “Diriliş Hareketi”nin fikir babasıdır. Ünlü şair, varlığını tanımlamada İslamiyet terimini kullanmıştır. Çağın İslam’a uyması gerektiği görüşünü savunmuştur. Didem Madak Kimdir? Hayatı, Şiirleri ve Sözleri 1983 yılında çok sevdiği Necip Fazıl’ın ölüm haberini alarak hayatında hissettiği en büyük kederlerden berini yaşamıştır. Duyduğu derin üzüntüyü “…Ve yüzyılımıza şeref olan şiir saati durdu…” deyip ardından susarak anlatmıştır. Aşağıda ünlü şair Karakoç’un hayatını, eserlerini ve birkaç değerli sözünü bulacaksınız. Türk şair, yazar, mütefekkir ve aynı zamanda siyasetçidir. Türk edebiyatında İkinci Yeni şiiri denilince ilk akla gelen isimlerdendir. Tevazu ve beyefendiliğiyle öne çıkar. Sezai Karakoç, gerek düşünce ve yaşam tarzıyla gerek şiirleri ile Türk edebiyatına birçok katkıda bulunmuştur. Türk şiirinin adeta yaşayan efsanesidir. Özellikle Monna Rosa ile anılmıştır. Mütevazı kişiliğinden ötürü sanatta yükseldiği yer konusunda bir ego taşımamış, çoğu zaman layık görüldüğü ödülleri bile kabul etmemiştir. O sadece, ödüle layık görülmüş olmanın mutlu eden kısmıyla ilgilenmiştir. Karakoç’un yakın dostu Cemal Süreya, ünlü şairin şiirlerine hakim olan mistik havadan ötürü ona “Sezo” diyordu. Aynı zamanda onun için “Mehmet Akif ve Necip Fazıl karışımı şair” tanımlamasını kullanmıştır. 22 Ocak 1933 tarihinde Diyarbakır, Ergani’de dünyaya geldi. Annesi Emine Hanım ve babası Yasin Bey doğduğunda ona Muhammed Sezai adını verdi. Fakat Nüfus Müdürlüğü’nde meydana gelen bir yanlışlık yüzünden çocuğun ismi Ahmet Sezai olarak kaydedildi. Karakoç’un doğum günü nüfus kaydında 22 Ocak olarak görünmesine rağmen asıl doğum gününün Mayıs ayı içinde olduğu bilinmektedir. Bu konuyla ilgili annesi Emine Hanım, oğlu Sezai’nin doğduğu zamanı Gülan ayında bir gün olarak tanımlamıştı. Gülan, Mayıs ayının eski dilde söylenişiydi. Güllerin açtığı ay anlamına geliyordu. Sezai’nin doğumu zorluklarla mücadele eden bir toplumun içinde toparlanmaya çalışan ailesine yeni bir umut, bir nefes ve bahar gibi gelmişti. Çocukluğu Ergani, Maden ve Dicle ilçelerinde geçti. Ünlü şairin ismi de eskilerin güzellemesinden geliyordu. “İsim semadan gelir” diyen eskilere göre, herkesin adı bir ilahi armağandı. Böylelikle Kur’an-ı Kerim açıldı ve ismi koyuldu. Her bebeğin bir adı, bir de mahlası olurdu. Buna göre adı Muhammed, mahlası ise Sezai idi. Fakat resmi kayıtlarda adı Ahmet Sezai olarak görünüyordu. Zülküf Dağı’nın eteğinde bir küçük kasabanın, Ergani’nin ortasında bir evde hayata gözlerini açmıştı. Tüccarlık yapan babası Yasin Bey, 1. Dünya Savaşı esnasında Kafkas Cephesi’nde savaşırken Ruslara esir düşmüştü. Orta halli bir aileydiler. Annesi Emine Hanım ise ev hanımıydı. Ailenin birden fazla evi olmasına rağmen maddi sıkıntıya düşünce Yasin Bey hepsini satmak durumunda kaldı. Sezai henüz ki yaşını bitirmeden ailecek bakırdan bir kasabaya, Maden’e taşındılar. Burada oturacakları ev oldukça yüksek bir tepedeydi. Ve bu ev hakkında yerlilerin dilinde dolaşan bir efsane vardı. Tepedeki o ev, cinliydi. Bu varlıklar küçük Sezai’ye musallat olup onu rahatsız edeceklerdi. Ünlü şair, bir gün odada yarı karanlıktayken, süslü kıyafetlere bürünmüş bir cin gördü ya da gördüğünü sandı. Sonradan anımsayabildiği kadarıyla düğün yapan veya gelin götüren birilerini gördüğünü söylüyordu. Küçük yaşından dolayı aklı fazlasıyla karışan Sezai, gördüklerinden oldukça etkilenmişti. Bu olay sanat yaşamını da etkiledi. Ona göre aldığı ilk sanat algılarıydı. Çünkü mistisizm konusunda ona verilen ilk işaretti. İleride çocukluktan çıkıp edebiyata soyunduğunda, yaşadığı bu mistik olay ve Maden kasabası hafızasında kalacaktı. 1938 yılında Ergani’de ilkokul öncesi verilen 3 aylık ihtiyat sınıfı ile eğitim hayatına başladı. 1944’te ise yine Ergani’de ilkokulu tamamladı. Ardından ücretsiz bir yatılı okul olan Maraş Ortaokulu’na kaydoldu. Maraş, onun çocuk yüreğinin alevlendiği yerdi. Bu şehrin tanımı onun için farklıydı. Okula geldiğinde ise hayatında ilk kez kaloriferli bina görmüştü. Hayatında gördüğü ilk zeytin ağacıyla da yine burada tanışmıştı. Sanat da tam bu sıralarda hayatına yavaş yavaş girmeye başlamıştı. Az miktarda olan harçlığı onun kitap sevgisine engel olamıyor, sürekli yeni kitaplar satın alıyordu. Henüz ortaokula giden küçük bir çocuk olmasına rağmen divan şiirleri ve bendnameler ezberliyordu. Mesnevi’yi anlamaya çalışıyordu. Bu durumu kendi deyimiyle “çok erken bir uyanma” olarak tanımlıyordu. 1947’de ortaokul eğitimini başarıyla tamamlayan Sezai, yine aynı şekilde ücretsiz ve yatılı olarak lise hayatına başladı. Bu kez Gaziantep’te idi. O yıllarda oldukça disiplinli ve kendi halinde bir gençti. İlgi alanlarını da değiştirmeye karar verdi. Divan şiirlerinden sonra Batı Edebiyatı’nı incelemeye koyuldu. Shakespeare’in piyeslerine özel ilgi duyuyordu. Bu ilgisi, Andre Gide’nin Dünya Nimetleri’ni, Dohame’mi, Verter’i ve daha nicelerini takip etti. Ölümle lise yıllarında tanışan Sezai, lise yaz tatiline girdiği sırada bir sınıf arkadaşıyla birlikte memleketine dönmek için trendeydi. Yolculuk sırasında karşılaştıkları bir tanıdıkları ismini vermediği bir yakınının ölüm haberini verdi. Sezai’nin gözlerinden birkaç damla yaş süzüldü. Kimin öldüğü söylenmemesine rağmen o, bu kişinin askerdeki ağabeyi olduğunu anlamıştı. Ağabeyinin ani ölümü onu derinden üzdü. Sezai Karakoç lise dönemlerinde Necip Fazıl’a ve Büyük Doğu’ya ilgi duyuyordu. Bir gün tüm cesaretini toplayıp Necip Fazıl’a bir mektup yazdı. Mektubun içine Mehmet Levendoğlu imzasıyla “Sabır” adlı şiirini ekledi. Henüz 16’sında olan Sezai’nin şiiri 300 şiir arasından birinci seçildi ve dergide yayımlandı. Sezai Karakoç ve Cemal Süreya, lisede aynı sınıftaydı. Muazzez Akkaya da bu sınıfta okuyan güzel bir kızdı. Bir zaman sonra Sezai, Muazzez’e büyük bir tutkuyla aşık oldu. Ona iltifatlar edip kitaplar hediye ediyordu. Sezai’nin genç kıza duyduğu bu büyük aşk ona şiirler yazdırıyordu. Monna Rosa ve Ping-pong Masası adlı iki büyük eserini bu dönemde oluşturdu. Özellikle Ping-pong Masası, bu aşkı fiziken de kanıtlıyordu. Çünkü sevdiği kız o dönemler pingpong oynuyordu. Fakat önemli olan bir detay vardı ki o da Cemal Süreya’nın da aynı kıza vurgun olmasıydı. Ünlü şair, 1954 yılında liseden mezun oldu. Daha sonra felsefeye merak saldı ve felsefe okuma isteği onu İstanbul’a sürükledi. Fakat babası onun İlahiyat Fakültesi’ne girmesini istiyordu. Genç Sezai, kendi maddi imkanlarının okul için yetersiz kalacağını biliyordu. Fakat okuma isteğinden vazgeçmek gibi bir niyeti yoktu. Bunun üzerine ücretsiz yatılı kısmı bulunan Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin sınavına girdi. Eğer sınavı kazanamazsa felsefe tahsili yapacaktı. Sonuçların açıklanmasını beklerken felsefe için kaydını yaptırdı. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni kazandı. 1955 yılında fakültenin mali şubesinden mezun olarak yükseköğrenimini tamamladı. Üniversiteden mezun olur olmaz, mecburi görev nedeniyle Maliye Bakanlığı’nın Hazine Genel Müdürlüğü Dış Tediyeler Muvazenesi Bölümü’ne getirildi. Daha sonra maliye müfettişliği sınavına girdi. Bu sınavdan başarıyla geçen Sezai, 11 Ocak 1956’da müfettiş yardımcısı olarak göreve başladı. 1959 yılında İstanbul’da Gelirler Kontrolü idi. Bir dönem Ankara’ya çağrıldı ve Yeğenbey Dairesi’nde görev yaptı. Fakat kısa süre sonra İstanbul’a tekrar getirildi. Hem geziyor hem çalışıyordu. İşi sayesinde Anadolu’nun pek çok farklı yerini karış karış gezme fırsatı yakaladı. Yaptığı tüm bu gözlemleri şiirlerinde kullanacaktı. 6 Ocak 1959 tarihinde Sirkeci Faciası’ndan yaralı olarak kurtulmasını ardından şiir kitabını basıma hazırlanıyordu. Fakat tüm şiirlerini basmaya parası yetmeyeceği için onları ikiye ayırmaya karar verdi. Metafizik ve ferdi tarzda olanları arkadaşları Doğan Yel ve Cafer Canlı’dan borç alarak yayımladı. Uğruna kandan elbiseler giydiği kitabına “Körfez” adını verdi. İstanbul’daki görevine askerlik nedeniyle 1960-1961 yıllarında ara verdi. Askerliği bitince tekrar görevi başına döndü. 1965’ten 1973’e kadar çok kez istifa etti. 1973’ten sonra bir daha resmi bir görev almadı. Türk edebiyatına kazandırdığı eserlerle birçok ödüle layık görülen usta şair, İkinci Yeni şairleri arasında kendine has imgelerle, mistik ve İslami içeriğe yer veren şiirleriyle bilinmektedir. Din ve inancı ile fizik ötesi kaygıları yenmeyi başarmıştır. Anlatımında görülen kapalılık ve karanlık imaj evreninden dolayı İkinci Yeni şairleri arasında gösterilmektedir. Eserlerinde ölüm, İslami terimler ve kadına sıkça değinmiştir. Şiirlerinde kutsal kitaplardan alıntılar yapar ve bunları çağdaş bir dille okuyucuyla buluşturur. Bilgi birikimi bakımından zengin bir şairdir. İlk şiirlerinde hece ölçüsünü tercih eden şair daha sonra serbest ölçüye geçmiştir. 1952 yılında kaleme aldığı Monna Rosa adlı eseri edebiyatımızın unutulmaz aşk şiiri olmuştur. Çok sayıda okuyucunun beğenisini kazanarak bir rekora imza atmıştır. Yaz tatili geldiğinde Sezai, Ergani’ye döndü. Tüm dönemi Divan şiirleri ezberleyerek bitirmişti. Bir arkadaşı savaşın bittiğini söyleyerek ona bir gazete uzattı. 1945’in Ağustos ayında atom bombası atılmış ve savaş bitmişti. İşte bu yaz tatillerinin birinde, ilk şiirlerini yazmaya ve ilk eserlerinin temellerini oluşturmaya başladı. Sanatçı olmak gibi bir hayali ya da isteği de yoktu. O, bilim yolunda ilerlemeyi istiyordu. Fakat hayat onu zamanla edebiyatın en ünlü isimlerinden biri yaptı. 20 Nisan 1952’de sınıfça düzenlenen bir gezi düzenlendi ve o sıralar Sezai 19 yaşındaydı. Arkadaşları, ona Monna Rosa’yı okuması için ısrar ettiler. Onları kırmayan Sezai, şiiri okudu. Bir üst sınıftaki arkadaşı Cevat Geray, bu şiiri Sezai’den yazılı olarak istedi. Bunun üzerine şiiri Sezai’den habersiz Hisar Dergisi’ndeki arkadaşlarına gösterdi. Geray, Hisar Dergisi’nden beklediği ilgiyle karşılaştı. Monna Rosa, Hisar’da yayımlanmış ve büyük beğeni toplamıştı. Şiir daha sonra da Mülkiye Dergisi’nde yer aldı. Sezai Karakoç, tekrar aşık olmuştu. Tıpkı doğduğu zaman gibi aylardan Gülan Mayıs idi. Sevdiği bu kadınla hayatını birleştirmek istiyordu. Bunun üzerine babasına nişanlanmak istediğini belirten bir mektup yazdı. Fakat babası, bu ciddi adıma karşı çıktı. Büyük bir yıkıma uğrayan Karakoç, hislerini şiire dökmeye karar verdi. “Rüzgar” adını verdiği bu şiiri ile birlikte bir daha hiç açmamak üzere evlilik konusunu kapattı. Çok iyi iki dost olan Sezai Karakoç ile Cemal Süreya işleri gereği bir dönem farklı şehirde yaşamak durumunda kaldılar. Sürekli mektuplaşıyorlar, birbirleriyle fikir alışverişi yapıyorlardı. Sezai, Cemal Süreya’ya “Balkon” adlı şiirini yolladı. Çünkü kim ne zaman yeni bir şiir yazsa, hemen diğerine postalıyordu. Cemal Süreya, Karakoç’un bu şiirini çok beğenmişti. Birkaç gün sonra dayanamayarak şiiri Pazar Postası adlı dergiye vermişti. Cemal Süreya’nın bu hareketine oldukça sinirlenen Karakoç, arkadaşına çok sert bir mektup yazdı. Fakat birkaç gün sonra yazdığı mektup kendisine geri döndü. Çünkü öfkesinden Cemal Süreya’nın adresini eksik yazmıştı. Daha sonra bir mektup daha yazarak, bunda adresi yanlış yazdığını bu nedenle sert dille yazdığı mektubun ona ulaşmadığından bahsetti. Bir daha böyle bir davranış yapmamasını dile getirdi. Cemal Süreya’nın bu davranışı her ne kadar Karakoç’un öfkelenmesine sebep olsa da ona yeni yollar açacaktı. Muzaffer ilhan Erdost, bir süre sonra Garip Akımı’na karşı yeni bir şiir akımının oluştuğunun haberini verdi. Bu yeni akımın isim babası Sezai Karakoç olacaktı. “İkinci Yeni” olarak kararlaştırılan bu akımın şiir üslubu Karakoç’a göre “Yeni-Gerçekçi Şiir” olarak anılmalıydı. Sezai Karakoç, 30 yaşındayken bir dergi kurmayı düşünüyordu. Bunun üzerine 1960 yılında İstanbul’da Diriliş Yayınları ve Diriliş Dergisi’ni kurdu. Fakat dergi, 27 Mayıs 1960 darbesi nedeniyle sadece iki sayı çıkarabildi. Daha sonra kaldırıldı. Şair, ilerleyen dönemlerde Diriliş Dergisi’ni daha kapsamlı bir şekilde çıkarmak için uğraşacaktı. 1988’e kadar ara ara kapanıp açılarak varlığını korudu. Ünlü şair, 1961-1964 yılları arasında Pazar Postası, Yeni İstiklal dergilerinin içeriklerine katkıda bulundu. 1964-1967 yılları arasında ise Necip Fazıl’ın Büyük Doğu Dergisi’nde şiir, eleştiri ve denemelerini okuyuculara sundu. 1990 yılında ise Diriliş Partisi’ni kurdu. Partinin amblemi güller açan gül ağacıydı. 7 yıl boyunca partinin başkanlığını üstlendi. Üst üste iki kez genel seçime gidemediği için 19 Mart 1997’de parti kapatıldı. 2007 yılında Yüce Diriliş Partisi’ni kurdu. Şair, 2007 yılının Nisan ayından başlayarak uzunca bir süre her cumartesi akşamı, Yüce Diriliş Partisi İstanbul İl Başkanlığı’nda değerlendirme konuşmaları yapmıştır. Bu konuşmaları partinin internet sitesinden canlı olarak yayınlanmıştır. Memuriyet hayatına son verip emekli olduğunda yetersiz maddi imkanlarıyla dergi ve gazete çıkarmaya başladı. Eserlerinin kendi yayınevinden başka yerde yayımlanmasını istemiyordu. 1968 yılında MTTB Milli Hizmet Madalyası, 1970’de Sürgün Macar Yazarlar Gümüş Madalya Ödülü, 1982’de Yazarlar Birliği Hikaye Ödülü, 1988’de Türkiye Yazarlar Birliği Üstün Hizmet Ödülü, 1991’de Dünya Kültür ve Sanat Akademisi Ödülleri’ne layık görüldü. Fakat bunların hiçbirini kabul etmedi. Hayatı boyunca kabul ettiği tek ödül ise, Macaristan ve Polonya’nın işgali sonucu yazdığı itiraz şiirinin yurt dışında ses getirmesi ve bunun sonucunda Macar edebiyatçıların bu şiirden haberdar olmasıyla ilgilidir. Bu şiiri ödüllendirmek isteyen Macar edebiyatçılar Karakoç’a bir ödül verirler. Ödül, şair tarafından kabul edilir. Şairlik hayatına genç yaşta adım atan Sezai Karakoç, sonraları şiirle ilgili görüşlerini ve şiir anlayışını da yazmaya başladı. Bu konudaki görüşlerinden oluşan 3 kitabına “Edebiyat Yazıları” adını verdi. Türk şiirinde kendine özgü tarzıyla edebiyatın en önde gelen şairlerinden olmayı başaran Karakoç’a göre şiirin genel çizgileri, “Pergünt Üçgeni” dediği üç ilk ile belirleniyordu. Norveçli yazar Henrik İbsen’in en ünlü oyunlarından Peer Gynt, Sezai Karakoç tarafından şiire uyarlanmıştı. Ünlü şairin üç kuralına göre; şair kendi kendisi olmalı, şair kendine yetmeli ve şair kendinden memnun olmalıydı. Karakoç’un şiiri Türk şiiri geleneksel yapısına göre metafizik bir şiirdi. Hayatı boyunca birçok şiire imzasını atan Karakoç’un en ünlü birkaç şiirini ele aldık Günümüzde yaşananları mistik bir dille tasvir eder. Adeta şairin manevi kürsüsünden bir vaaz gibidir. Aynı zamanda bir tarihi yoklayıştır. Şairin 6 Ocak 1959’da bir kıraathanede Sirkeci Facia’sına tanık olmasıyla doğan bu şiir; çözülen ayakkabı bağlarından çay bardağını tutan parmakların gücüne kadar her şeyi betimler. Karakoç, ölümün ve annesinin hatırası arasında hissettiği yoğun duyguları bu şiirinde dile getirmiştir. Ölüm temasının işlendiği bu şiirinde, hayatın gerçekleriyle ve ölümü birleştirmiştir. Doğa olaylarını da tasvir eder ve ölümü bir dirilişe benzetir. Yine İslam inancına yer vermiştir. Gerçek duyguların ve gerçek bir aşkın hikayesi olan bu şiir, şairin lisedeki büyük aşkına yazılmıştı. Karakoç’a göre Leyle ile Mecnun’un modern bir denemesiydi. 1953 yılının Mart ayında yazılmıştır. Bulunduğu kitaba adını vermiş bir eseridir. Hayata atfettikleri değerler birbirinden farklı olan farklı kutuplardaki insanları anlatır. Sait Faik Abasıyanık Kimdir? Hayatı ve Eserleri Oldukça parlak bir eğitim hayatı geçirmiş, eserleriyle çeşitli dergilere katkıda bulunmuş, onlarca şiir yazıp Türkiye’de ve dünyada pek çok sanat ödülüne layık görülmüş Sezai Karakoç’un şiirleri kadar sözleri de ün kazanmıştır. İşte ünlü şaire ait birkaç anlamlı söz Eserlerinde de İslam inancını temel alan ve bunu modern şiire uyarlayan bir şair olarak Karakoç, bu sözünde de Allah inancından bahsetmiştir. Yaratana inananın özgür olabileceğine değinmiştir. Zorluklarla mücadele etmenin her zaman bir ödülü olduğunu dile getirdiği bu sözünde, azimli olmaya değinmiştir. Her gündüzün gecesini yolumuza çıkan bir engele benzetirsek, katlanılan bu zorluğa ödül olarak ertesi gün güneş açar. Eserlerinde tarihten de oldukça yararlanan şair, tarihi gerçeklerin varlığı ve bu gerçeklere karşı açılan savaşlardan, baş kaldırımlardan söz etmiştir. Tarih ile hayatı kıyaslamıştır. 1953 yılının Ocak ayında yazdığı bir şiirden alıntı olan bu kısım, okuyucuya bir yoksulluk ihtivası hissettirir. “Her şeyi beni anlayınca anlayacaksın” sözleriyle devam eder. Yine tarihe ve İslam inancına dikkat çektiği bu sözünde, bilinçlenmenin zaman içinde olacağından söz etmiştir. Geçmişini, nereden geldiğini öğrenenler uyanacaktır. Sezai Karakoç’un Hayatı Sezai Karakoç’un Edebi Kişiliği Sezai Karakoç’un Şiirleri Sezai Karakoç’un Sözleri İlkokul ve Ortaokul Yılları Lise Yılları Necip Fazıl’a Mektup Yazması İlk Aşkı Üniversite Yılları İş Hayatına Atılması Şiir Yazmaya Başlaması Monna Rosa Şiirinin Ünlenmesi Aşk Acısını Şiire Dökmesi İkinci Yeni Şiirine İsim Babalığı Yapması Edebi Çalışmaları Emeklilik Yılları ve Aldığı Ödüller Kaynak Diriliş’ adını verdiği sistemle edebiyatımızda önemli bir yer tutar Sezai Karakoç. İnsanın kazanması gereken şuuru, öz benliğine dönmesi için geliştirdiği sistem felsefesine göre kendini inşa etmenin yolunu oluşturur. Verdiği eserler, Türk edebiyatının son 60 senesinde önemli bir yere sahip olur. Kültüre, sanata, edebiyata dair görüşlerini pek çok yerde, farklı biçimlerde dile getirir. Şiir ön planda olmak üzere deneme, hikaye, piyes, fıkra, inceleme ve düşünce yazıları gibi türlerde eseler kaleme alır. Programlı çıkışı ve estetik yönüyle edebiyatımızın nadir sanatkarlarındandır. Okuyucularıyla paylaştığı “Edebiyat Yazıları” üçlemesi görüşlerini en yoğun ve kapsamlı anlattığı eser olma özelliğini taşıyor. "Bir güzel sanat olarak edebiyatın akademisyen, araştırmacı ya da amatör okuyucu tarafından değil de bizzat sanatkâr tarafından değerlendirilmesi her zaman ilgi çekicidir. Eğer bir sanat eserini sanat tarihçisi yahut estetik kuramcı ele alırsa ilmi olma, verilere dayanma zarureti doğar; çünkü böyle bir değerlendirmede tarafsız olma kaygısı güdülür. Halbuki sanat eserinin değerlendirilmesi ona adeta veri bankası imiş gibi yaklaşmak dışında bir de sezgi yoluyla sağlanır. Şiir, sezginin en yoğun olduğu sanattır. Onu yorumlarken sezgiye müracaat etmek, şaire ve şiire nüfuz etmek, bir çeşit mistisizmle eserle bir olmak kapılarını açar." Orhan Okay DÜŞÜNCELERİN AÇIKÇA ANLATILDIĞI ESER Karakoç kaleme aldığı eserini "Edebiyat Yazıları" üst başlıklı üç ayrı kitap olarak yazdı. Hacim bakımından sınırlı olan bu kitap, anlam bakımından zengin ve yoğun bir nitelik taşıyor. Birçok türde eser kaleme alan Karakoç'un bu eserinin diğerlerinden bir farkı var. Tüm eserlerinde görüşlerini dile getiren değerli edebiyatçımız, 'Edebiyat Yazıları'nda söz konusu görüşlerini çok daha belirgin, okuyucuyu yoruma sevk etmeden, doğrudan vermiş olmasıdır. Bu yazılarda yazar açık ve net bir dille konuşur. "Sanat nedir, sanatkâr kimdir ve onları besleyen düşünce dünyası nelerden oluşur" sorularına özellikle şiirde odaklanan fikirlerle yani 'Diriliş' manifestosunun nasıl teşekkül ettiğiyle ışık tutar. Ayrıca Karakoç'un sanata hangi anlamları yüklediği, bir fenomen olarak onu nasıl tanımladığı, edebiyata olan bakış açısı ve medeniyetlerin harmanlandığı evrensel kültürel zemini ele alışı gibi pek çok temel husus cevabını bulur. İLK KİTAP 1982 YILINDA BASILDI İlk kitap 1982 yılında olmak üzere, 1986 ve 1996 yıllarında üç kitap da basıldı. Bu kitaplar, sanatkârın fikirlerinin perçinlenişini göstermesi ve edebi- estetik yönden birbirini pekiştirmesi bakımından da dikkate değer. "Edebiyat Yazıları"nı şekil ve teknik yönünden değerlendirmek gerekirse evvela kitapların hacim bakımından sınırlı olduğunu belirtmek gerekir. İlk eser 1956 – 1976 yılları arasında Büyük Doğu, Pazar Postası, Diriliş gibi edebî mahfillerde yayımlanmış yazıları içerir. Toplam 15 yazıdan oluşur. "Dişimizin Zarı" alt başlıklı ikinci kitap 1957 – 1983 yılları arasında çıkmış, edebiyat konulu yazıların derlenmesinden meydana gelir. İçerisinde 18 yazı bulunur. Üçüncüsü ise 24 Ekim 1988 ile 15 Ekim 1990 tarihleri arasında Diriliş dergisinde yayımlanmış 8 yazının bir araya getirilmesinden oluşur. Bu yazıların kimi tahlil havasında denemelerdir. Belli bir kısmı fıkra türüne girer. Bazılarının inceleme yazısı olduğu söylenebilir. İçlerinde bir de çeviri bulunur. Kitabı incelemek veya satın almak için tıklayınız... EDEBİYAT YAZILARI – 1 Toplam yüz on bir sayfa ve on beş bölümden oluşan kitap, "Medeniyetin Rüyası – Rüyanın Medeniyeti Şiir" alt başlığıyla yayımlandı. Sanat, ana konularından birisi. Sanatkar ve şiir- gelenek ilişkisi şairin en fazla üzerinde durduğu konuları oluşturuyor. Sanat Karakoç önce kavramsal bir çerçeve oluşturarak sanatı, kendisinin sanattan anladığını kavramlar ve ilkelerle belli bir zemine oturtur. Eserin en yoğun kısmı burasıdır. Yazar, sanatı metafizik bir zeminde algılar. Konuya pozitivizm, marksizm ve kapitalizm gibi üç ideolojik olgunun/yaklaşımın, metafiziği hafife almasını eleştirmekle başlar. Ardından metafizik ve soyut kavramlarından ne anladığını açıklar. Yazar, metafizikle İslam inancını kasteder "Bizim anlayışımızda metafizik, temel bir kavram, bir ilkedir, anlayış ve görüştür. Bizim metafiziğimiz, Tanrı ve âhiret inançlarıyla şahdamarında gürül gürül canlı bir kan akan bir metafiziktir İslam uygarlığının temel ilkesi olan bir mutlaklık âleminin bu dünya penceresinden görülen manzarasıdır. Bu dünya, aslında o dünya metnine bir çıkma, bir dipnotudur." Karakoç sanata, kaynağı ve üretim evreleri yönüyle yoğunlaşır. Diriliş mefkûresini sanat planında temellendirmek peşindedir. Bunun için klasik İslam edebiyatındaki mum-pervane misalini kullanır ve sanatının nasıl bir soyutlama içerdiğini, hangi fikrî yolu takip ettiğini, geleneğe yaslanışını şöyle anlatır "Klasik şairler ve yazarlar, doğadan aldıkları mum ve pervane motiflerinden bir soyutlama ile insanî psikolojiye ve onun en yüce hali olan 'aşk' kavramına ulaşıyorlar; ordan da metafizik âleme, Tanrı'ya, vücud birliği görüşüne, Tanrı aşkında yok olmaya ve o sevgide yeniden ve ebedî olarak dirilmeye çıkıyorlar. Görüldüğü gibi, doğa – soyutlama – metafizik ve mutlak âlem – yeniden somutlanış diriliş zincirlemesi bu örnekte mükemmel bir şekilde izlenmiştir. Doğa – insan – Tanrı ilişkisi bu örnekte en soyut ve en somut canlandırılmasına kavuşmuştur." Eserin üçte birlik bölümü sanata, sanatın teşekkül ettiği zemine ve sanatta bağlı olunan esaslara ayrılır. Bu kısım ayrıca Doğu ve Batı sanatlarının özünde yatan farklara değinir. Yazarın kendi sanatının temellendirilmesine yönelik değerlendirme ve açıklamalarını içerir. Sanatkâr/ Şair Eserde en çok üstünde durulan diğer konu sanatkârdır. İlk bölümler mahiyet itibariyle sanat ve metafizik ilişkisine hasredilir. Ardından sanatkâr ve metafizik ilişkisi ele alınır. Sezai Karakoç sanat anlayışını metafizikle yoğurur ve kuramsallaştırırken elbette sanatkârı da bundan ayrı bir çerçevede düşünmez. Sanatkârın arayışı çağlardan beri hakikat ve ebedilik üzerinedir. Sanatkâr Tanrı'yı arar. Mamafih yazılarda sanatkârın, şair sıfatıyla daha da özelleştirildiği müşahede edilir. Dante, Şeyh Galib isimleri zikredilirken klasik Yunan edebiyatına dek gidilir ve metafizikle bağ kurulur. Karakoç'un idealize ettiği şair tipi, milletin değerleriyle barışık, zulme rıza göstermeyen ve bir zümrenin adamı olmaktan imtina eden yüksek karakterli bir şahsiyettir. Onun en önemli üç vasfı ise kendi olması, kendine yetmesi ve özgüvenini kaybetmemesidir. Yazdığı şiirin özünde ise hakikat ve insan yer almalı; aksi halde merkezini doğru tespit edememiş sanatın çabuk tükeneceğini bilmelidir. Satır aralarından, yazarın, tüm bu prensipleri kendine huy edindiği de anlaşılır. Andre Gide, Rilke, Oscar Wilde, Rimbaud, Claudel, Tolstoy, Camus, Beckett, Materlinck gibi modern Batı edebiyatını inşa etmiş isimlerin devamlı surette metafizikle ilgilendikleri kanaatinde olan yazar, eserlerindeki ironik ve kaotik durumlarla ilgi çekmeyi başarmış Kafka'nın bile negatif bir metafizik içinde bulunduğu görüşünü savunur. Batı'nın önemli isimleri kısaca ele alındıktan sonra Doğu kültürüne geçilerek Fuzulî, Nabi, Senai, Câmi, Attar, Yunus Emre gibi örneklerle bu tez tekrarlanır. Özetle metafizikle münasebeti olmayan, onu kurcalamamış sanatkâr yoktur, fikri vurgulanır. Kitabın devamında, sanatkâr ile eser irdelenir. Yazara göre bir sanat eserinin daimi özgünlüğü kazanması için onun tabiattan alınması, modellenişi, işlenmesi yeterli değildir. Tüm bunlar ne kadar ustaca yapılmış olsa da özünde yalnızca yaratılanı taklit içeren çalışmalar kalıcı olamaz. Asıl başarılı olacak çalışma, yaratılandan değil, yaratıştan esinlenen çalışmadır; zira yaratıştaki o sır, hep yeni kalabilmeyi sağlarken, yaratılanı taklit etmek, -zaman ilerledikçe- değer kaybı yaşanmasına neden olur. Bu noktada sanatkâr, gerçekle karşılaşacaktır. Karakoç gerçeği ikili bir yapıda görür. İlki ham haldeki dış dünya yani renkler, sesler ve intibalardan oluşan tabiattır. İkincisi ise varlığın birikimi demek olan tarihtir, ele alınmış o gerçeğin gelenek içinde nasıl işlendiğidir. İşte bu manalardaki bir gerçeklik, sanatkârın muhayyilesini harekete geçiren nedendir. Ardından fizik ötesine, kendi iç dünyasına geçen sanatkârın üretim safhası başlar. Zihinde belirenler yavaş yavaş kâğıda akseder. Vakalar teşekkül ettikçe, birbiriyle bağları kurulur, özgün bir yapı ortaya çıkmaya başlar. Nesneler, intibalar, dış âlemin her türlü gerçeği eserin içinde sanatkârın gücü nispetinde erir. Bir noktadan sonra gerçeklik sözüyle ifade edilen her tip malzeme eserin harcı olur. Gerçek denilen nesnellik de sanatkârın öznelliğine dönüşür. Sanatkârın, sanat eserinin dönüştürücü gücü budur. Kitapta yer alan "Şair" başlıklı bölümle birlikte sanatkârın bundan böyle şairle özdeşleştiği görülür. Şair, hakikatle temas halinde olmalıdır. "Mutlak"la bağını diri tutmalıdır. Bunu açıklarken peygamberin şairleri olduğundan ve İslam'ın şiiri reddetmediğinden bahsedilir. Sahabeden şairlik yönü bulunan Hz. Ebubekir, Hz. Ali ve İbn-i Abbas'ın isimleri örnek olarak sayılır. Ayrıca şiirin hikmet çizgisinden çıkması halinde "şeytanın dil sürçmesi" olacağını belirtir. Karakoç, şiirsiz bir manevi âlemi de fakir bulur. Karakoç evvela şairin ahlakından söz eder ve onun ahlakını üstlendiği vazife ilgili bulur. Toplumu anlamak, aydınlatmak, onun sorunlarını ifade etmek, kitlelere yön verip liderlik etmek bu vazifenin cümlesindendir. Karakoç ayrıca şairlerin divanlarını okumadan Osmanlı tarihinin tam olarak kavranamayacağını ileri sürer. Edebiyatsız tarihin noksan kalacağı fikrindedir. Edebiyatın, tarihin içini dolduran büyük bir rezerv olduğunun farkındadır. Şair de işte bu birikimin teşekkülünde rol alır. Şiir ve gelenek Gelenek aslında ölçüdür; beğeni düzeyidir. Söyleyişteki usul ve seviyedir; niteliğin mihenk taşına vurulmasıdır. Şair gelenekle yarıştıkça kendini görür, eksiklerini anlar, yukarılara çıkar; nihayetinde "bir nevi manevi baba" olan seleflerine hayret ve hürmetle yaklaşır. Gelenek, şairin kaçınılmaz biçimde hemdem olacağı süreçtir. Taklitle, kuru tekrarla gelenekten yararlanılmış olunmaz. Gelenek anlaşılması gereken birikimdir. Onu anlamak, sormak, hissetmek gerekir. Genç şairler içinse bir sınavdır. Geçmişle karşılaştığında sendelemeden yoluna devam edebilen şair, geleneğin onayladığı bir şairdir. Kitabı incelemek veya satın almak için tıklayınız... EDEBİYAT YAZILARI – 2 Bizde şiir Edebiyat Yazıları 2, "Dişimizin Zarı" alt başlığını taşıyor. Edebiyat Yazıları II'nin henüz giriş kısmında, "Kendini Arayan Şiir" adıyla üç kısa fıkradan oluşan bir yazı dizisi bulunur. İlk yazıda şiirimizin kısa bir panoraması çıkartılır. Cumhuriyet sonrasında 40'lar bocalama, 50'ler dünyaya uyum ve deneme aşamasıdır. Kuşkusuz, dünyayla karşılaşma, şiirimizin ihtiyacını gözler önüne serer. Onun için gerekli olan, geçmişteki tecrübeleri ihmal etmemek, ondan istifade etmeyi bilmektir. Eski şiirimiz bugünün imkânlarıyla değerlendirilmelidir. Bizde bunu yapanın, bu yolda gayret sarf edenin Yahya Kemal olduğu belirtilir. Nitekim şiir dünyamızda onun önemi, farkına vardığı bu gerçekten ileri gelir. Edebiyat Yazıları serisinin 108 sayfalık bu ikinci kitabının da ana konusu bizde şiirdir. Eserin üçte ikisi şiire, yakın dönem edebiyatımızda şiirin aldığı seyre ve kimi şairlerin yazdıklarına dair yapılan değerlendirmelere tahsis edilir. Geriye kalan kısımlarda ise roman, piyes gibi düz yazı türlerine değinilir ve edebiyat sanatının çeşitli örnekleriyle ele alınıp irdelendiği görülür. "Kendini Arayan Şiir" dizisindeki ikinci yazı, edebiyatımızın sahip olduğu tarihi potansiyeli anlatırken; ilk ve son yazılar Yahya Kemal üzerinden şiirimizi ele alması bakımından bir bağ oluşturur. Bu yazıda Necip Fazıl, Ahmet Hamdi ve Ahmet Kutsi soyut; Fazıl Hüsnü, Cahit Sıtkı ve Ahmet Muhip insanın belirdiği; Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rıfat ise gerçekçi ancak alelade bir anlatımın olduğu şiir hatları olarak belirlenir. Garip, güçlü bir şok olarak nitelenirken, karşı şokun Attila İlhan olduğu düşünülür. Garip'in düz, bayağı şiir anlayışına mukabil trajiği, bireysel bir melankoliyi getiren şiir anlayışıyla Attila İlhan, bir çeşit "reaksiyon şiiri" ortaya koyar. Yeni şiirin, Cemal Süreya'nın, "Laleliden dünyaya doğru giden bir tramvaydayız" mısraında tecessüm ettiğini düşünen Karakoç, İkinci Yeni'yi de buradan yola çıkarak tahlil eder. Karakoç bir çeşit yaşama ve somutlaştırma şiiri olarak gördüğü İkinci Yeni'de, İlhan Berk'e ayrı bir yer verir. Onu, öncü bir dil ustası olarak değerlendirirken Galile Denizi'nden yola çıkarak tarzını, temalarını, şiir dilini ve özelliklerini tahlil eder. Âkif / Yahya Kemal / Necip Fazıl – Tahliller Yazarın hayata ve sanata bakışına tesir eden isimler, eserin sonraki bölümlerinin konusunu oluşturur. "Mehmet Akif, Yahya Kemal ve Necip Fazıl" başlığını taşıyan bölümde, bu üç isim etrafındaki yorumları ilgi çeker. Türk şiirindeki realist şairleri zikrederken Karakoç, Mehmet Akif'i, Tevfik Fikret'e nazaran sıhhatli bir realizm içinde görür. Nazım Hikmet'e göre ise Akif'in realizminin daha sıcak ve millî olduğunu düşünür. Bu realizm Orhan Veli'ye göre ise yapmacıksız, içtendir. Türk şiirinin realizminin Akif'in açtığı şiir kanalından ilerleyeceğine inanır. Karakoç, gelecekteki Türk şiirine yeni hatlar çizip ona mana ve hız kazandıracak rezervin Akif'le sınırlı olmadığını, Yahya Kemal ve Necip Fazıl şiirinin de hemen onun yanı başında yer aldığını söyler. Bu şairler Sezai Karakoç'un etkilendiği, şiirleri üzerinde düşündüğü ve son derece önem verdiği isimlerdir. Yahya Kemal, Akif'in uğrunda çırpındığı medeniyeti anıtlaştırmaya çalışır. Bizim klasiğimizi, olgun dönemimizi şiirleriyle günümüze intikal ettirir. Necip Fazıl'ın şiiri ise bir umut, metafiziği kurcalayan sonra şiirini onunla saran metafizik neşe ve metafizik acı şiiridir. Bu üç şair arasında doğrudan bağ kurmak zorlamadır ve aynı zamanda yersizdir ancak üçü de yirminci yüzyıl Türk toplumunun psikolojik peyzajını veren ve Türk şiirinde kurucu rol üstlenen şairlerdir. Bazılarınca reddedilmesine rağmen çağdaş şiiri kuranın "batı taklidi ve solcu eğilimli şiirler" değil; aktüel ve sosyal şiiriyle Akif, maziyi yüklenen şiiriyle Yahya Kemal ve geleneği harmanlayan şiiriyle Necip Fazıl olduğu kanaatindedir. Karakoç bu kısa kitabında, Necip Fazıl'a oldukça fazla yer verir. Eserde "Necip Fazıl'ın Şiiri" başlığını taşıyan üç seri yazı ve "Bir Adam Yaratmak" başlığını taşıyan bir tiyatro incelemesi bulunur. 108 sayfalık kitapta doğrudan Kısakürek'e temas edilen 41 sayfanın olması, kitabın üçte birinden fazlasının ona ayrıldığını dolayısıyla yazarın ona verdiği önemi gösterir. Bunun dışında, Kısakürek'in sanatına değindiği başka bölümlerdeki kısımlar da sayılırsa, bu oran hemen hemen kitabın yarısına denk gelir. "Edebiyat Yazıları 2", Sezai Karakoç'un dünya edebiyatında dikkat ettiği isimlerin kimler olduğunu göstererek sona erer. Kitabın son dört yazısı çağdaş yazarlara hasredilir. Sartre, Camus, Malraux bir bölümde, İvo Andriç bir bölümde ele alınır. Bunlar arasında bilhassa Nobel alan ,"Drina Köprüsü" yazarına yakınlık duyduğu hissedilir. Saint-John Perse Fransız şiirinden Karakoç'un takip ettiği bir isimdir. Ölümü dolayısıyla ona değinen yazarın son olarak Amerikalı piyes yazarı ve şair Tennessee Williams'ı kısaca ele aldığı müşahede edilir. Kitaptaki bu kısımlar, Karakoç'un sadece geçmişteki sanatkârlarla değil kendi çağının mühim isimleriyle de alakadar olduğunu ortaya koyar. O, sanatta niteliği göz önünde tutarak güncelin peşinde olmayı sürdürmektedir. Kitabı incelemek veya satın almak için tıklayınız... EDEBİYAT YAZILARI – 3 Serinin son kitabı "Eğik Ehramlar" başlığını taşır. Kitap, yazarın yaklaşık iki sene boyunca Diriliş dergisinde çıkan fıkralarının derlenmesinden müteşekkildir. Bu bakımdan son eser, yukarıdaki gibi ayrı konu başlıkları açarak inceleme yapmayı gerektirmeyecek bir karakterdedir. "Eğik Ehramlar" aynı zamanda kitapta yer alan ilk yazının da ismidir. Yazar bu ifade ile ülkemizi kasteder. Bu yazıda, Necip Mahfuz'un aldığı Nobel ödülünden yola çıkarak bizi, kendi edebiyatımızı, matbuatımızı sorgular ve edebî alandaki geri kalmışlığı, ihmalleri anlatır. Bu muvacehede Mısır ile Türkiye'yi kıyaslar, eksiklerimize değinir. Eserde yer alan diğer yazılar da aynı bağlamda ele alınacak tarzdadır. Türk kültür ve edebiyatında son zamanda görülen eksikliklerimiz ve kimi ideolojik yaklaşımlar hatalı yorumlara, kusurlu değerlendirmelere yol açmaktadır. Ehram kültürün, birikimin, geçmişin simgesidir. Bugünün manzarası ise maalesef bir dizi eğik ehramı sunar. Bu sembolik ifade ile yurdumuzun içinde bulunduğu kültür ve sanat ortamı anlatılmaya çalışılır. Kendisine saygı duyulan geçmiş, ona mana veren isimler unutulmaya yüz tutmuştur. Değerler, anlayışlar değişmiştir. Adorno'nun "uygarlaşan barbarlık" ve "çürüyen kültür" ifadeleri ile çizdiği günümüz resmi, yazarın da ıskalamadığı bir gerçektir. Karakoç'un aktüele temas ederek durumu özetlediği ve esef ettiği görülür. "Yahya Kemal'i Anma", Beyatlı'nın 30. ölüm yıldönümü, "Mehmet Akif ve Dolayısıyla"19 Akif'in 52. ölüm yıldönümü, "Hatırlanan ve Hatırlanmayan" ise Namık Kemal'in ölümünün 100. yıl dönümü için yazılmış yazılardır. Tüm bu yazılar ilki ile aynı paraleldedir. Fıkralarda bu isimlere dair değerlendirmelerle toplumun onları algılayışına yer verilir. "Batı Korosu" başlıklı yazısında ise Karakoç kendi şiirini izah eder. "Hızırla Kırk Saat" şiirini, ilhamın kendisine nasıl geldiğini anlatır. Bu kitabın en yoğun yazısı ise "Dante ve İslâm"dır. Esasen bir çeviri olan bu yazı, Batı'nın kültürünün önderlerinden Dante'nin eserlerini kaleme alırken İslamiyet ile nasıl temas kurduğunu ispatlamayı amaçlar. "Dante ve İslâm", Fransız İlimler Akademisi üyesi Louis Gillet'in "Dante" isimli eserinin üçüncü bölümünün tercümesidir. Karakoç, kelimesi kelimesine bir çeviri yaptığını belirterek, Dante'nin "İlahi Komedya"yı yazarken İslam'dan ne derece faydalandığını, bir Batılı'nın gözünden nakletmeye çalıştığını anlatır. Eserdeki Peygamberimiz ve Hz. Ali hakkındaki olumsuz sözlere dair farklı bir kanaati olan Karakoç, bunların esere sonradan ilave edildiğini düşünür; zira bu kısımlar eserin bütünü ile çelişen bir yapıdadır. "Rimbaud ve İslâm" başlıklı yazısında ise Karakoç, bilimde İslam'ın Batı'ya olan etkisinin az çok ortaya konulduğunu ancak bu etkinin edebiyat ve sanat sahasında tam olarak tespit edilmediğini söyler. Dante, Goethe, Bernard Show, Rimbaud gibi dehaların İslam'la ilgili olduklarını ve bu konularda araştırılması gereken pek çok husus olduğunu ifade eder. Rimbaud'u, zaman içerisinde, çeşitli vesikaların ışığında değerlendirir. Gençliğinden olgunluğuna doğru şiirleri, süregelen rivayetler ve mektupları çerçevesinde onun İslamiyet ile tanıştığına dair bir nevi fikir jimnastiği yapar. Tıpkı bir önceki yazıda olduğu gibi kanaatlerini somut kayıtlarla ispatlamak peşindedir. Kitabın son yazısı ise "Bağdat Kuşatmasında Şiirle Yazışmalar" başlığını taşır. Yazı, edebiyatın toplum, tarih, siyaset gibi dinamiklerle olan münasebetine değinen kısa, zarif bir fıkra niteliğindedir. Bağdat kuşatması esnasında padişah ile kumandanı arasında geçen nükteli diplomatik dile edebiyatın zenginliği açısından yaklaşılmıştır. Fıkranın Karakoç'un tarih perspektifine ışık tuttuğu söylenebilir. Bu kısa yazı, onun edebiyat ve tarih münasebetini nasıl kurduğunu da gösterir niteliktedir. Sezai Karakoç'un "Edebiyat Yazıları"- Murat Turna Türk Edebiyatı'nın en önde gelen aşk ve gönül şairlerinden biri olan Karacaoğlan'ın “Ela Gözlüm Ben Bu Elden Gidersem” adlı güzel şiirinin, tahlili ve incelemesi...

sezai karakoç veda şiiri incelemesi