🦄 Fussilet Suresi 34 Ayet Tefsiri
FussiletSuresi 34 Ayet Kelime Meali – Anlamı Tefsiri. Ayetin Arapçası: وَلَا تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُۜ اِدْفَعْ بِالَّت۪ي هِيَ اَحْسَنُ فَاِذَا الَّذ۪ي بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَاَنَّهُ وَلِيٌّ حَم۪يمٌ
Olayüzerine bu âyetler inmiş, Allah ve resulüne isyan edip onların buyruklarına karşı savaş açan ve yeryüzünde fesat çıkaranların cezalarının âyette açıklandığı şekilde olacağını bildirerek Hz. Peygamber’in verdiği cezayı kaldırmıştır. Ancak bazı müfessirler, âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Hz.
1?köleliği yasaklamıyor. (bakara: 177-221), (nisa: ), (maide: 89), (tevbe: 60), (nahl: 71-75), (muminun: 5-6), (nur: 33-58), (ahzab: 26-50-52-55), (
34. Ve la testevil hasenetü ve les seyyieh idfa' billetı hiye ahsenü fe izellezı beyneke ve beynehu adavetün keennehu veliyyün hamım Fussilet Suresi kaç ayet? Fussilet Suresi 54
Fussilet Suresi Tefsiri, Türkçe Meali ve Açıklaması. Bismillâhirrahmânirrahîm. Bu mübârek sûre de Mekke-i Mükerreme’de nâzil olmuştur. Elli dört âyet-i kerîmeyi içermektedir. Bir adı da “Secde Sûresi”dir. Diğer bir adı da “Mesabîh Sûresi”dir. Hâ, Mim harfleriyle başlayan sûrelerin ikincisi olduğu için ismi
Fussilet Suresi okunuşu (Türkçe ve Arapça) Fussilet Suresi tefsiri nedir sizler için derledik. 04 Nisan 2022 - 17:20 Son Güncelleme: 27 Nisan 2022 - 10:28 YAZI BOYUTU
FussiletSuresi 34-35. Ayet Tefsiri. Fussilet Suresi 36. Ayet Tefsiri. Buraya kadar insanların, “Rabbimiz Allah” dedikten sonra dosdoğru çizgide yürümeleri
nnHr2K3. Fussilet Suresi; Mekke döneminde inmiştir. 54 âyettir. Sûre, adını üçüncü âyette geçen ve Kur’an âyetlerini niteleyen “fussilet” ifadesinden almıştır. “Fussilet”, “genişçe açıklandı” demektir. Sûre, ayrıca “Hâ Mîm es-Secde” diye de anılır. Sûrede başlıca hakka davet, batılda ısrar edenlerin uyarılması, vahyin insanlar üzerindeki ahlâkî ve manevî etkileri konu suresi 30-36 ayetleri Arapça yazılışıنَّ الَّذِينَ قَالُوا رَبُّنَا اللَّهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا تَتَنَزَّلُ عَلَيْهِمُ الْمَلَائِكَةُ أَلَّا تَخَافُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَأَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ الَّتِي كُنتُمْ تُوعَدُونَ[٣٠]نَحْنُ أَوْلِيَاؤُكُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَفِي الْآخِرَةِ ۖ وَلَكُمْ فِيهَا مَا تَشْتَهِي أَنفُسُكُمْ وَلَكُمْ فِيهَا مَا تَدَّعُونَ[٣١]نُزُلًا مِّنْ غَفُورٍ رَّحِيمٍ[٣٢]وَمَنْ أَحْسَنُ قَوْلًا مِّمَّن دَعَا إِلَى اللَّهِ وَعَمِلَ صَالِحًا وَقَالَ إِنَّنِي مِنَ الْمُسْلِمِينَ[٣٣]وَلَا تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُ ۚ ادْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ فَإِذَا الَّذِي بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَأَنَّهُ وَلِيٌّ حَمِيمٌ[٣٤]وَمَا يُلَقَّاهَا إِلَّا الَّذِينَ صَبَرُوا وَمَا يُلَقَّاهَا إِلَّا ذُو حَظٍّ عَظِيمٍ[٣٥]وَإِمَّا يَنزَغَنَّكَ مِنَ الشَّيْطَانِ نَزْغٌ فَاسْتَعِذْ بِاللَّهِ ۖ إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُFussilet suresi 30-36 ayetleri Türkçe okunuşu30 İnnellezîne kâlû rabbunâllâhu summestekâmû tetenezzelu aleyhimul melâiketu ellâ tehâfû ve lâ tahzenû ve ebşirû bil cennetilletî kuntum tûadûntûadûne.31 Nahnu evliyâukum fîl hayâtid dunyâ ve fîl âhirehâhireti, ve lekum fîhâ mâ teştehî enfusukum ve lekum fîhâ mâ teddeûnteddeûne.32 Nuzulen min gafûrin rahîmrahîmin.33 Ve men ahsenu kavlen mimmen deâ ilâllâhi ve amile sâlihan ve kâle innenî minel muslimînmuslimîne.34 Ve lâ testevîl hasenetu ve les seyyiehseyyietu, idfa’ billetî hiye ahsenu fe izellezî beyneke ve beynehu adâvetun ke ennehu veliyyun hamîmhamîmun.35 Ve mâ yulakkâhâ illellezîne saberû, ve mâ yulakkâhâ illâ zû hazzın azîmazîmin.36 Ve immâ yenzeganneke mineş şeytâni nezgun festeız billâhbillâhi, innehu huves semîul alîmalîmu.Fussilet suresi 30-36 ayetleri anlamı meali30. Şüphesiz “Rabbimiz Allah’tır” deyip de, sonra dosdoğru olanlar var ya, onların üzerine akın akın melekler iner ve derler ki “Korkmayın, üzülmeyin, size dünyada iken vadedilmekte olan cennetle sevinin!”31-32. “Biz dünya hayatında da âhirette de sizin dostlarınızız. Çok bağışlayan ve çok merhametli olan Allah’dan bir ağırlama olarak, orada canlarınızın çektiği her şey var, istediğiniz her şey orada sizin için var.”33. Allah’a çağıran, salih amel işleyen ve “Kuşkusuz ben müslümanlardanım” diyenden daha güzel sözlü kimdir?34. İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav. Bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost Bu güzel davranışa ancak sabredenler kavuşturulur. Buna ancak hayırdan ve olgunluktan büyük payı olanlar Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa, hemen Allah’a sığın. Çünkü O, hakkıyla işitendir, hakkıyla suresi 30-36 ayetleri dinle Fatih Çolak Fussilet suresi arapça ve meali
FUSSİLET SURESİ TEFSİRİ 41-FUSSİLET 1-4- Âyetleri “tafsîl olunmuş” hem lafzı itibarıyla fâsılaları ve sûrelerinin başları ve sonları ayırt edilmiş, hem de mânâsı itibarıyla vaad ve tehdit, kıssalar ve ahkâm ve diğer kısımlara ayrılarak açıklanmış ve izah olunmuştur. Hud Sûresi’nin başındaki Hud, 11/1 âyetinin tefsirine bkz. “Kalblerimiz örtüler içinde…” Bunu söyleyenler Ebu Cehil ile yanında bulunan Kureyş’ten bir topluluktu. Hz. Ömer’den rivayet olunmuştur ki Kureyş Resululallah’a doğru bakmışlardı. Resulullah onlara “Sizi İslâm’a gelip de Araplara efendilik etmekten alıkoyan nedir?” buyurdu. Dediler ki “Ya Muhammed, biz senin söylediğini anlamıyoruz, işitmiyoruz, kalplerimizde gılîf var”. Ebu Cehil de tuttu kendisiyle Resulullah’ın arasına bir perde çekip ya Muhammed dedi. 5-8- “Kalplerimiz senin bizi çağırdığın şeyden örtüler içinde, kulaklarımızda da bir ağırlık var ve seninle bizim aramızdan bir perde çekilmiştir” dedi. dedi. Fakat ertesi gün onlardan yetmiş kişi Resulullah’a gelip “Ya Muhammed bize İslâm’ı anlat” dediler, arzedip anlatınca İslâm’a girdiler. Resulullah gülümseyip “Elhamdülillah, dün benim davetime karşı kalplerinizde gılîf, kabuk olduğunu, kulaklarınızda ağırlık bulunduğunu söylüyordunuz, bugün müslüman oldunuz” buyurdu. “Ya Resulallah, biz dün yalan söylemişiz, öyle olsa idi asla hidayet bulamazdık” dediler. Meâl-i Şerifi 9- De ki “Siz yeri iki günde yaratanı gerçekten inkâr edip duracak mısınız? Bir de O’na eşler koşuyorsunuz ha? O bütün âlemlerin Rabbidir.” 10- O, yerin üstünde sabit dağlar yarattı. Orada bereketler meydana getirdi. Orada araştırıp soranlar için rızıkları tam dört günde belli bir seviyede takdir edip, düzene koydu. 11- Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi. Ona ve yerküreye “İsteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin.” dedi. Her ikisi de “İsteyerek geldik” dediler. 12- Böylece Allah onları iki günde yedi gök olmak üzere yerine koydu. Her göğe kendi işini bildirdi. Biz en yakın göğü kandillerle süsledik ve koruduk. İşte bu çok güçlü ve her şeyi bilen Allah’ın takdiridir. 13- Eğer onlar, yine yüz çevirirlerse de ki “Ben sizi Âd ve Semud’un başına gelen yıldırıma benzer bir yıldırıma karşı uyardım.” 14- Onlara Allah’tan başkasına kulluk etmeyin diye önlerinden ve arkalarından peygamberler geldiği zaman “Eğer Rabbimiz dileseydi mutlaka melekler indirirdi. Biz sizin tebliğ için gönderildiğiniz şeylere inanmayız.” dediler. 15- Âd kavmine gelince onlar yeryüzünde büyüklük tasladılar ve “Bizden daha kuvvetli kim vardır?” dediler. Onlar kendilerini yaratan Allah’ın kendilerinden daha kuvvetli olduğunu görmediler mi? Onlar bizim âyetlerimizi bile bile inkâr ediyorlardı. 16- Bu yüzden biz de onlara dünya hayatında rezillik azabını tattırmak için o uğursuz günlerde dondurucu bir kasırga gönderdik. Ahiret azabı ise elbette daha çok rezil edicidir. Onlara yardım da edilmeyecektir. 17- Semûd kavmine gelince, biz onlara doğru yolu gösterdik. Fakat onlar körlüğü doğru yola tercih ettiler. Bunun üzerine kazandıkları kötülük yüzünden alçaltıcı azabın yıldırımı onları çarpıverdi. 18- Biz iman edenleri ve kötülükten sakınanları ise kurtardık. 9- Bu kaydında iki ihtimal vardır. Birisi “Yarattı” fiiline bağlı olarak mef’ulün fîh olmak, ikincisi zarf-ı müstekar olarak “arz” kelimesinden “Hal-i mukaddere” olmaktır. Birinci cümle analizine göre mânâ, yeryüzünü iki günde yarattı demek olur. Yeryüzü yaratılırken henüz bildiğimiz “gün” bulunmayacağından “yevm” gün mutlak zaman, mânâsına, yani iki nöbette demek olur ki Allah en iyisini bilir. Birisi “Göklerle yer bitişik halde iken, bizim onları birbirinden yarıp ayırdığımızı… görmediler mi?” Enbiya, 21/30 ifadesi gereğince, yeryüzünün gökten, ayrıldığı gün, birisi de “O yeri uzatıp döşeyendir.” Ra’d, 13/3 buyurulduğu üzere, yeryüzünün “medd” olunduğu, yani yerkürenin kabuğunun kaymak halinde döşenmeye başladığı gündür. İkinci tahlile göre, mânâ yerküreyi iki günde olmak üzere yarattı demek olur. Bu şekilde yerkürenin kaç günde yaratıldığı söylenmiş olmayarak yaratıldıktan sonra iki gün içinde bulunması hali anlatılmış olur ki, bu da bir seneyi ikiye bölen iki gün dönümü nöbetidir. Çünkü yeryüzü bu iki zaman içinde deveran etmek, dönmek üzere yaratılmıştır. 10- Hem onda üstünden baskılar yaptı; dağlar, yeryüzünün kabuğunu tabanına çiviler gibi kazıklar. Bu “vav”, istinafiyedir, fiiline atıf değildir, çünkü fasıl vardır. Ve onda bereketler meydana getirdi. Yeryüzünde hayır ve hayrata elverişli şeyler, sular madenler, doğma ve gelişme kuvvetleriyle bitkiler ve hayvanlar gibi feyz ve bereket kaynaklarını yetiştirdi. Ve onda azıklarını da takdir buyurdu, yani bitkilerin ve hayvanların yaşamak için muhtaç oldukları yağmur ve diğer hasılatı da miktar ve sayılarıyla tayin buyurup yeryüzünde biçimine koydu. Dört gün içinde, yani bütün bunları dört gün içinde yaptı. Yahut dört gün içinde olarak yaptı. Önceki “iki”de içinde dahil olmak üzere, “dört” ki, bunda da gösterdiğimiz şekilde öbürleri gibi iki mânâ vardır. Birisi, madenlerin ve dağların yaratılması nöbeti, biri de bitkilerin ve hayvanların yaratılması nöbeti ki iki önceki ile dört olur. Birisi de dan hal olmasıdır ki, dört mevsimi göstermiş olur, bu şekilde önceki iki burada dahil olmuş bulunur. Benim aciz anlayışıma göre burada bu mânâ, öbüründen daha ön plânda, ifadenin akışına daha uygundur. Çünkü yeryüzünün bereketleri ve rızıkları her sene bu dört mevsim içinde yetişir. Sayısı ve miktarı ile biçimini bunlar içinde alır, bu sebepten dolayı nin, ve fiillerine bağlanması dahi aynı mânâyı ifade edebilir. Ve bu mânâca şu kayıt da açık olur. Bütün araştıranlar için eşit olmak üzere dört gün, çünkü her yerde rızık isteyenlerin hepsinin rızkı bu dört mevsim içinde yetişir, rızıklar eşit olmazsa da günler eşittir. Dört mevsim hepsi için dörttür. Burada ye müteallık bağlı olmaması ve meseleyi soranlar mânâsına olması da düşünülebilir. Bu dört günü, önceki “iki”ye ekleyerek, toplamını “altı” olmak üzere tefsir etmeyi uygun görmüyorlar, çünkü bu şekilde gökyüzünün zikrolunacak iki günüyle günlerin toplamı sekize ulaşıyor. Oysa birçok âyetlerde “O gökleri ve yeri altı günde yarattı.” A’raf, 7/54 buyurulmuş olmakla bu günler, o altı günün beyanı olduğuna göre o sayıyı aşmamak gerekir. Bu nokta için A’raf Sûresi’ndeki “Şüphesiz ki Rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra emri Arş üzerinde hükümran olan Allah’tır.” A’raf, 7/54 âyetine bkz. 11- Sonra “sema”ya göğe doğru doğruldu, yani ilâhî inayetini, ilgisini dosdoğru göğe yöneltti. Kelimesi ile kullanıldığı zaman “istikamet almak”, “dosdoğru yönelmek” mânâsınadır ki, yüce Allah hakkında doğrudan doğruya “irade” ile tefsir olunur. Yani ilâhî inayetini, iradesini göğe doğru yöneltti. O bir duman halinde idi. İrade buyurdu da ona ve yeryüzüne dedi ki ikiniz de ister istemez gelin. İkiniz birden emrime boyun eğin, huyunuza gerek uygun olsun, gerek olmasın, yahut ikiniz de vücuda gelin, yoktan var olun. Dediler ki ikimiz de isteyerek geldik. Buradaki yi, Râzî ve Kâdı Beydâvî gibi tefsir bilginlerinin bir kısmı “zamanî” değil, “rütbî terahî” sonralık ile anlamışlar, yani göğün yaratılışı, yeryüzünün yaratılışından önce olup, yalnız burada yeryüzünün yaratılmasını beyandan sonra açıklanmıştır. Bu şekilde demek, “vücuda gelin” var olun mânâsına gelen “tekvin”den ibarettir. “Dühan” Buhar da ilk maddenin yaratıldığı haldir. İlk önce, ilk madde yaratılmış ve onda henüz bir ışık olmadığı, karanlık bir halde bulunduğu veyahut madde tabiatı esas itibarıyla karanlık bulunduğu için “duhan” denilmiştir. Bu güzel bir mânâdır. Fakat cümlesinin hal cümlesi olarak, ya, bitişmesi ve emrinden önce olması gerekeceğine göre, bu tefsirin maddenin “kıdem”ini ezelî oluşunu ifade etmek gibi, bir kusur ve lekesi vardır. Buna karşılık çoğu tefsir bilginleri ise nin “terahisi” sonralığınin zamanî olduğu kanaatine varmışlar ve yeryüzünün ilk yaratılışı gökyüzünden önce olup, ancak “Bundan sonra da yeri yayıp döşedi.” Naziat, 79/30 âyetinin ifadesince döşenmesinin sonra olduğunu söylemişlerdir. Acizane ben de bunu cumhurun üslubu üzere anlamayı tercih ediyorum. Şu kadar ki gökten murad, “Biz gökten de su indirdik.” Lokman, 31/10 âyetinde olduğu gibi, yeryüzünün yukarısı, hava tarafı demek olduğu kanaatine varıyorum. Bu şekilde “Sonra göğe doğru doğruldu” âyeti yukarıdaki ya atfedilmiş olarak şöyle demek olur İlk kez yeryüzünü yarattıktan sonra doğrudan doğruya yukarısını yaratmayı irade buyurdu, bir duman olarak. Demek ki yeryüzü ilk yaratılışında ilkin gökten ayrıldığı sırada ateş halinde idi, sonra bu ateşten onun yukarısına doğru seması olarak duman halinde gazlar püskürüyordu. Bu halde bu duman halindeki göğe ve yeryüzüne “İkiniz de ister istemez gelin. Tabiatınıza uygun gelse de gelmese de ikiniz birlikte, birbirinize uyarak, bir nizam üzere hareket edin” dedi. Bütün gökyüzü içinde, yeryüzünün ve havasının birlikte hareket etmesini emreyledi. “İkimiz de isteyerek geldik” dediler. Bazıları bu emri ve isteyerek boyun eğmeyi şuurî mânâda anlamak istemişlerse de mutlak emre uyma ve boyun eğme mânâsına olması daha ağır basmaktadır. Yani verilen emirde, icra edilen tesirde her biri tabiatındakinin aksine bir fiil ve harekete dahi sevkedilseler, onlar onun kabulünü bir tabiat, bir huy edinmişlerdir. Onun için hareket ve hareketsizlik gibi çeşitli tabiatta tesirleri tabiî gibi kabul ederler. İlâhî emre karşı hiçbir muhalefetleri meydana gelmez. Onun için “atalet” kanunu denilen bu boyun eğme ve kabiliyet ile bütün gök cisimlerinin ve yeryüzü cisimlerinin olayları tabiî imiş gibi açıklanabilir. Burada eserden olmak üzere şöyle bir söz de naklederler Denilmiş ki gökler ve yeryüzü yaratılmadan arş su üzerinde idi, sudaki sıcaklıktan bir kaymak ve bir duman çıktı, kaymak suyun yüzünde kaldı, ondan kuraklığı yarattı ve ondan yeryüzünü meydana getirdi. Duman da yukarı yükseldi ondan da gökyüzünü yarattı. Fahrü’r-Râzî der ki Bu hikaye Kur’ân’da yoktur. Yahudilerin Tevrat dediği kitabın başında vardır. Bir delil delalet ederse kabul olunabilir. Zemahşerî garip bir fıkra daha nakleder de kuraktan bir yeryüzü yaptı, sonra da onu ayırdı, iki yeryüzü yaptı der. Ayrılan bu iki yeryüzü nedir? Ya yeryüzünden ayın ayrılması olacak, yahut da Amerika’nın ayrılması olacaktır. 12- Şimdi asıl, göklere geçilerek buyuruluyor ki Kısacası onları iki günde sağlam yedi göğe tamamladı. Bu iki günün birisi yeryüzünün de yaratılmasından önceki ilk maddenin yaratılması, birisi de cisimlerin teşekkülü günleridir ki A’raf Sûresi’nde beyan olunduğu üzere altı günden ikisini teşkil eder. Yahut birisi yerin yaratılmasından önce, birisi de yerin yaratılmasından sonradır. Çünkü Ay, Zühre Venüs ve Utarid Merkür gibi bazı gök cisimlerinin yaratılması, yeryüzünün yaratılmasından sonradır. Buna göre deki, nın takip mânâsı da saklı kalmış olur. Bakara Sûresi’nde “Onları yedi gök halinde düzenledi.” Bakara, 2/29 âyetinin tefsirine bkz. Benim acizane fikrime göre, bu iki gün, göklerden hâl-i mukaddere olmak üzere birisinin dünya, birisinin ahiret olması da muhtemeldir. Bunları böyle sağlam yaptı ve tamamladı. Her gökte ona ait emri de vahyetti. Her “sema”nın meleklerine orada cereyan edecek işlerin emrini de telkin buyurdu ki bu da “tamamlama” cümlesindendir. Bütün bunların bu yolda ortaya çıkmasından ve tamamlanmasından yüce Yaratıcının kudretinin delilleri tecelli edip ortaya çıktığı için bu noktada “gıyab”dan üçüncü tekil şahıs “tekellüm”e, birinci şahsa dönülüyor ki ve dünya göğünü mısbahlar, yani parlak kandillerle donattık, süsledik. “En yakın göğü bir zinetle, yıldızlarla süsledik.” Saffât, 37/6 . Hem de korunmuş kıldık. Şeytanlar yanaşamazlar. İşte o, o azîz ve her şeyi bilen Allah’ın takdiridir. 13- Siz onu hep inkâr mı edip duracaksınız, de. Yine yüz çevirir aldırmazlarsa, o zaman de ki size bir yıldırım tehlikesi haber veriyorum. Yani yıldırım gibi bir çarpışta helak edecek şiddetli bir azap “Âd ve Semud’un uğradığı yıldırım gibi”. Delailü’n-Nübüvve’de Beyhakî ve İbnü Asâkir Cabir b. Abdullah’tan rivayet ederler. O demiştir ki Ebu Cehil ile Kureyş’in ileri gelenlerinden bir topluluk şöyle dediler “Muhammed’in işi bizi şüpheye düşürdü, sihir, kehanet, falbakıcılık ve şiiri bilen bir adam arasanız, onunla konuşsa da bize onun durumunu bir anlatsa.” dediler. Bunun üzerine Utbe b. Rebia “Ben vallahi şiiri, fal bakmayı, sihri dinlemişim, ona dair bir ilim edinmişimdir. Eğer öyle ise Muhammed bana gizli kalmaz.” dedi ve vardı “Ya Muhammed, sen mi daha hayırlısın, Haşim mi; sen mi hayırlısın, Abdulmuttalib mi?” dedi. Resulullah cevap vermedi. “Ya sen bizim ilâhlarımızı kötülüyor, atalarımızı sapık olarak gösteriyorsun, eğer başkanlık senin olsun istiyorsan bayraklarımızı sana dikelim ve eğer mal istiyorsan sana mallarımızdan senin ve arkandakilerin ihtiyaçlarını giderecek mal toplayalım ve eğer kadın ihtiyacın varsa Kureyş kızlarından beğeneceğin on tanesini seninle evlendirelim.” dedi. Resulullah susuyor söylemiyordu. Utbe sözünü bitirdiği zaman, Resulullah “Bismillahirrahmanirrahim” deyip, diye okudu. “Bunun üzerine yine başlarını çevirirlerse o zaman de ki Size Ad ve Semud yıldırımı gibi bir yıldırım haber veriyorum.” âyetine gelince, Utbe hemen Resulullah mübarek ağızlarını tuttu “Rahime” yemin vererek vazgeçmesini rica etti. Kureyş’e çıkmadı, birkaç gün görünmeyince Ebu Cehil “Ey Kureyş topluluğu!” dedi. “Utbe neden görünmüyor? Zannederim Muhammed’e saptı, galiba onun yemeği hoşuna gitti, bu mutlak ihtiyacından olmalı, kalkın gidelim bakalım” dedi. Vardılar. Ebu Cehil “Ey Utbe” dedi. “Sen Muhammed’e saptın o galiba hoşuna gitti, bir ihtiyacın varsa seni Muhammed’e muhtaç etmeyecek mal toplayabiliriz.” Bunun üzerine Utbe kızdı ve bundan sonra Muhammed’e ebediyyen bir şey söylemeyeceğine billahi diyerek yemin etti de dedi ki “Bilirsiniz, ben Kureyş’in malca en zenginiyim, fakat ben ona vardım..” diye hikayeyi anlattı. “Bana” dedi, “bir şey ile cevap verdi ki Vallahi o sihir değil, şiir de değil, fal bakıcılık da değildir” O, okudu âyetine gelince, ben ağzını tuttum ve Rahîm’e yemin verdim, bunun üzerine kesti. Vallahi bilirsiniz ki Muhammed bir şey söylediği zaman yalan çıkmaz, onun için başınıza bir azap inmesinden korktum.” 14-18- Önlerinden ve arkalarından, yani her taraflarından geldiler ve her yönden her şekilde çalıştılar, uğraştılar yahut ilerisini gerisini, geçmişi geleceği anlattılar, korkuttular, uyarıda bulundular. “Sarsar” rüzgarı, soğuğunun şiddetinden yakıp kavuran veya gürültüsü çok olan fırtına uğursuz günlerde, müneccimler buradan bazı günlerin uğursuz olduğuna delil getirmişlerdir. Fakat kelam bilginleri demişlerdir ki günlerin “uğurluluk” ve “uğursuz”lukla nitelenmeleri zatî değil, izafîdir. Yani gün bir adama göre uğursuz, diğer bir adama göre de uğurlu olabilir. Elem gören bir adam için uğursuz, nimet gören bir adam için uğurlu olur. Denilir ki bu günler Şubat’ın sonundan “Berdü’l-acûz” kocakarı soğuğu denilen günleri idi. Şevval’in sonunda çarşambadan çarşambaya olduğu da rivayet edilmiştir. Meâl-i Şerifi 19- O gün Allah’ın düşmanları cehennem ateşine sürülmek üzere hep bir araya toplanırlar. 20- Nihayet oraya vardıkları zaman kulakları, gözleri ve derileri yaptıkları şeyler hakkında onların aleyhinde şahitlik ederler. 21- Onlar derilerine “Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz?” derler. Derileri de “Bizi her şeyi konuşturan Allah konuşturdu, sizi ilk defa yaratan O’dur ve siz yine O’na döndürülüyorsunuz” derler. 22- Siz kulaklarınızın, gözlerinizin ve derilerinizin aleyhinizde şahitlik edeceğinden korkarak kötülükten sakınmıyordunuz. Fakat yaptıklarınızdan birçoğunu Allah’ın bilmeyeceğini zannediyordunuz. 23- İşte Rabbiniz hakkında beslediğiniz bu zannınız sizi helak etti de zarara uğrayanlardan oldunuz. 24- Şimdi eğer dayanabilirlerse onların yeri ateştir. Yok eğer hoşnutluğa dönmek isterlerse bile artık onlar hoşnut edileceklerden değildirler. 25- Biz onlara birtakım arkadaşlar musallat ettik de onlar kendilerine önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini güzel gösterdiler. Böylece kendilerinden önce gelip, geçmiş olan cin ve insan toplulukları hakkındaki, azab sözü onlar için de hak oldu. Doğrusu onların hepsi de kendilerine yazık etmişlerdir. 19- Kulakları, gözleri ve derileri aleyhlerine şahitlik ederler. Kendilerinin duyu, idrak, kavrama ve ezberleme araçları olan organları ve âletleri şahitlik ederler ki değişikliklerin en dehşetli ve korkunç safhalarından biridir. Kâdı Beydâvî şöyle diyor Allah’ın onları konuşturması ile veya üzerlerinde kazançlarını gösterecek birtakım eserler, izler ortaya çıkarmasıyla ki, bu şekilde lisan-ı hâl durumlarının dili ile söylemiş olurlar. Fakat biraz sonra “Bizi her şeyi söyleten Allah şöyle söyletti” diye açıkça ifade edilecektir. Hadiste yer almıştır ki “İnsanda ilk söyleyen fahz-i yüsra sol oyluktur, sonra organlar söyler.” Bunun üzerine kahrolası der, ben seni savunuyorum. 20-25- Ve işte bu sizin Rabbinize karşı beslediğiniz zannınızdır ki sizi helak etti. Bu zann Allah hakkında yanlış olan kötü zandır ki helak edicidir. Demişlerdir ki “Zann iki çeşittir. Biri kurtarıcı, biri de helak edicidir.” “Ben kulumun hakkımda beslediği zanna göre olurum.” kudsi hadisinin mânâsını yanlış anlamamalıdır. Hasan Basri hazretleri bu âyeti okumuş da demiştir ki İnsanların amelleri Rablerine karşı besledikleri zanna göredir. Mümin Allah’a güzel zan besler, güzel amel yapar, kâfir ve münafık da kötü zanda bulunur, kötü amel yapar. Artık onlar arzularına erdirilecek, döndürülecek değillerdir. Bir hadis-i şerifte, “Öldükten sonra geri çevrilecek yoktur” buyurulmuştur. Ve onlara birtakım arkadaşlar takdir ettik, sardırdık. Şeytanlardan kendilerine yakın olup yanaşan birtakım arkadaşlar ki, kabuğunun yumurtayı sarması gibi onları sarmışlar, başlarına dolanmışlardır. Çünkü “Kim o çok esirgeyici Allahnin zikrinden göz yumarsa, biz ona şeytanı musallat ederiz. Artık bu onun ayrılmaz bir arkadaşıdır.” Zuhruf, 43/36 buyurulmuştur. Ve üzerlerine o söz, hak oldu. O söz, azab kelimesi, yani Hak Teâlâ’nın İblis’e şu sözüdür “İşte bu doğru. Ben şu gerçeği söyleyeyim Andolsun cehennemi senden ve onların sana tabi olanlarından, topunuzdan tıka basa dolduracağım.” Sâd, 38/84-85. Meâl-i Şerifi 26- İnkâr edenler “Bu Kur’ân-ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın, belki üstün gelirsiniz” dediler. 27- Biz mutlaka inkâr edenlere şiddetli bir azab tattıracağız. Ve onlara yaptıkları amellerin en kötüsünün cezasını vereceğiz. 28- İşte Allah’ın düşmanlarının cezası ateştir. Âyetlerimizi bile bile inkâr etmelerinin cezası olarak, onlar için orada ebedî olarak kalacakları cehennem yurdu vardır. 29- İnkâr edenler “Ey Rabbimiz! Cinlerden ve insanlardan bizi doğru yoldan saptıranları bize göster de onları ayaklarımızın altına alalım, böylece cehennemin en altında kalanlardan olsunlar.” diyeceklerdir. 30- “Rabbimiz Allah’tır” deyip, sonra da doğrulukta devam edenlere gelince, onların üzerine melekler iner ve derler ki “Korkmayın, üzülmeyin, size vaad edilen cennetle sevinin.” 31- “Biz dünya hayatında da, ahirette de sizin dostlarınızız. Cennette sizin için canınızın çektiği ve istediğiniz her şey vardır.” 32- Bunlar çok bağışlayıcı ve çok merhametli olan Allah tarafından bir ağırlamadır. 26-29- Bir de dedi ki o inkâr edenler Şu Kur’ân’ı dinlemeyin ve onun hakkında yaygara, gürültü yapın. Rivayet olunduğuna göre Resulullah Mekke’de iken yüksek sesle Kur’ân okuduğu zaman müşrikler etraftan dinleyen insanları kovar, dağıtırlar; dinlemeyin şu Kur’ân’ı ve asılsız yaygara, gürültü yapın derler ve ıslık çalar gürültü ederlerdi. 30-Cenab-ı Allah kâfirlere olan tehdit ve uyarıdan sonra müminlere vaad ve müjde ile buyuruyor ki Onlar ki Rabbimiz Allah’tır dediler, sonra istikamet üzere bulundular, doğru gittiler, yani Allah’ın birlik ve Rabliğini tasdik ve ikrar edip şirke dönmeksizin o ikrarda sabit olarak gereğince gittiler. Keşşaf tefsirinde denilir ki Âyet metnindeki “sonra” istikametin mertebede ikrardan terahisi sonralığı ve onun üzerine üstünlüğü dolayısıyladır. Çünkü bütün mesele istikamettedir.” “Müminler ancak o kimselerdir ki Allah’a ve Resulüne iman ettikten sonra şüpheye sapmayıp…” Hucurat, 49/15 ifadesi de bunun benzeridir. Mânâ “Sonra o ikrar ve gereği üzerinde sebat ettiler” demektir. Hz. Ebu Bekir’den bir rivayette “Sözde doğru yolda oldukları gibi fiilde de doğru yolda oldular.” Diğer bir rivayette de yine Ebu Bekir Sıddık bu âyeti okuyup “Ne dersiniz?” dedi. “Günah işlemediler” dediler. “Pek zor ihtimale tefsir ettiniz, ibadeti yaparlarken putlara dönmediler” dedi. Hz. Ömer bir hutbesinde bu âyeti tefsir edip demiştir ki “Allah’a itaatte istikamet yaptılar, tilkiler gibi hilekarlığa sapmadılar.” Hz. Osman “Amelde ihlas yaptılar.” Hz. Ali “Farzları eda ettiler.” Süfyan-ı Sevri’den “Dediklerine uygun amel ettiler.” Rebi’î b. Enes’ten “Allah’ın masivasından Allah’tan başka her şeyden yüz çevirdiler.” Süfyan b. Abdillahi’s-Sakafî hazretleri de demiştir ki “Ya Resulallah! Bana tutunacağım bir iş haber ver.” dedim. Resulullah buyurdu ki “Rabbim Allah de, sonra da, dosdoğru ol.” Bunun üzerine, “Benim hakkımda en korkacağım şey nedir?” dedim. Resulullah kendi dilini tutup “işte bu” buyurdu. Üzerlerine peyderpey Allah’ın elçileri melekler iner. Kâfirlere şeytanlar arkadaş olduğu gibi, bunlara da melekler iner. Mücahid ve Süddî demişlerdir ki Ölüm anında; Mukatil Yeniden dirilme anında; bazıları da hem ölüm, hem kabir, hem yeniden dirilme anında demişler. Bununla birlikte âyet mutlaktır. Dünyada hayatın her anına da uyar. fiili Hem “müzari” kipi olmakla, “istimrar” süreklilik, hem “tefe’ul” kalıbından olmakla tekellüf kendini zorlama ve tevali peşi peşine olma ifade eder. Özellikle biraz sonra hem dünya ve hem ahiret açıkça belirtilecektir. Yani sürekli olarak iner iner dururlar. Şöyle diye korkmayın, gelecekten endişe etmeyin, hüzünlü de olmayın, yani geçmişe de merak etmeyin. Çünkü “Haberiniz olsun ki Allah’ın velileri için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir.” Yunus, 10/62. Vaad olunup durduğunuz cennet ile müjdelenin, neşelenin, 31- biz sizin evliyanız, dostlarınızız, hem dünyada, hem ahirette. Bu kayıt gösterir ki meleklerin inişi hem dünya, hem ahirete şamildir. Ancak bazıları bunun doğrudan doğruya ilâhî kelam olduğu kanaatine varmışlardır ki “Allah iman edenlerin yardımcısıdır.” Bakara, 2/257 gibi “veliyyülemir” işlerini üstlenen, “veliyyünnimet” nimet veren, koruyucu ve muhafaza eden demek olur. Fakat açık olan ihtimal bu sözün meleklerin sözlerinden olmasıdır. Cennet ile sevinecek ne var derseniz, Orada size canlarınız ne arzu ederse var, hem orada size ne isterseniz var, yani her neye gelsin derseniz hemen gelir. 32- Bir ağırlama, yani konukluk, ikramiye olarak çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici Allah’tan. Mutluluk mertebeleri tam ve tamüstü olmak üzere ikidir. Tam mutluluk zatında mükemmel olacak üstün nitelik kazanmaktır. Bu dereceyi geçip de noksanları mükemmelliğe erdirmek için çalışmak da tamüstüdür. Birinciye işaret olmak üzere “Rabbimiz Allah deyip sonra istikamet edenler…” buyurulduğu gibi, ikinciyi anlatmak üzere de buyuruluyor ki Meâl-i Şerifi 33- Allah’a davet eden, salih amel işleyen ve “Ben gerçekten müslümanlardanım” diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir? 34- Hem iyilik de bir değildir, kötülük de. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav. O zaman seninle kendi arasında bir düşmanlık olan kişinin, sanki samimi bir dost gibi olduğunu görürsün. 35- Bu olgunluğa ancak sabredenler kavuşturulur, buna ancak hayırdan büyük bir pay sahibi olan kavuşturulur. 36- Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa hemen Allah’a sığın. Çünkü O her şeyi işitir ve bilir. 37- Gece ile gündüz ve güneş ile ay Allah’ın kudretinin delillerindendir. Güneşe ve aya secde etmeyin. Eğer sadece Allah’a kulluk yapmak istiyorsanız, onları yaratan Allah’a secde edin. 38- Eğer onlar büyüklük taslarlarsa bilsinler ki, Rabbinin yanındaki melekler gece gündüz O’nu tesbih ederler ve hiç usanmazlar. 39- Senin yeryüzünü boynu bükük, kupkuru görmen de Allah’ın kudretinin delillerindendir. Biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman titreşir ve kabarır. Şüphesiz ki ona hayat veren Allah mutlaka ölüleri de diriltir. Doğrusu O’nun her şeye gücü yeter. 40- Âyetlerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp inkâra sapanlar bize gizli kalmazlar. O halde ateşe atılacak olan mı daha hayırlıdır, yoksa kıyamet günü güven içinde gelecek olan mı? İstediğinizi yapın. Şüphesiz ki Allah, yaptığınız şeyleri hakkıyla görür. 41- Kur’ân kendilerine geldiğinde onu inkâr edenler, mutlaka cezalarını çekceklerdir. O gerçekten çok değerli bir kitaptır. 42- Ona ne önünden, ne de ardından batıl gelemez. O hüküm ve hikmet sahibi, öğülmeye layık olan Allah tarafından indirilmiştir. 43- Ey Muhammed! Sana senden önceki peygamberlere söylenenden başka bir şey söylenmiyor. Şüphesiz ki senin Rabbin hem mağfiret sahibidir hem de acı verecek bir azap sahibidir. 44- Eğer biz onu yabancı dilden bir Kur’ân yapsaydık onlar mutlaka “Bu kitabın âyetleri genişçe açıklanmalı değil miydi? Arap bir peygambere yabancı dil, öyle mi?” derlerdi. Sen de ki “O, iman edenler için bir hidayet ve şifadır.” İman etmeyenlerin kulaklarında ise bir ağırlık vardır. Kur’ân onlara göre bir körlüktür. Sanki onlar uzak bir yerden çağrılıyorlar da duymuyorlar. 33- Ve kimdir o kimseden daha güzel sözlü ki, yani sözü ve görüşü o kimseden daha güzel hiçbir kimse olamaz ki, Ben şüphesiz müslümanlardanım deyip, yani ihlas ile Allah’a yüz tutup, İslâm yoluna seve seve girip hayır ve düzeltmeye çalışarak Allah’a davet etmektedir. Sûrenin başında geçtiği üzere “Kalplerimiz senin bizi çağırdığın şeylerden örtüler içinde.” Secde, 41/5 diyen kâfirlerin sözlerine karşı ne güzel bir cevaptır. Allah’a davet peygamberlerin ve peygamber varisleri olan ermişlerin gittikleri yoldur. “De ki İşte bu benim yolumdur. Ben Allah’a bir basiret üzere davet ediyorum. Ben de, bana tabi olanlar da böyleyiz.” Yunus, 12/108 buyurulduğu gibi, bu âyet de başta peygamber olmak üzere onun izinden giden ve basiret ile Allah’a davet edenlerin hepsini kapsamaktadır. Bu sebepledir ki İbnü Abbas’tan bir rivayette bunun Resulullah hakkında, bir rivayette de ashabı hakkında nazil olduğu nakledilmiş, Hz. Aişe’den de müezzinler hakkında nazil olduğu rivayet olunmuştur. Bununla birlikte nüzul sebebi özel olsa bile, bu niteliklerle vasıflı bulunan, yani İslâm’a inanan samimi bir tevhidçi ve hayra, düzelme etkeni olarak Allah’a davet eden, her davetçinin bu kavrama dahil olduğunda şüphe yoktur. Sûrenin Mekkî, yani Mekke inişli olması, ezanın ise Medine’de meşru bulunması dolayısıyla müezzinler hakkında indiği rivayetini, hükmün onlara da şümulü, yani onları da kapsaması mânâsına anlamak gerekir. Ezanın da en güzel sözlerden olduğu söz götürmez. Demek olur ki Allah’a davet yalnız imana davet etmek demek değildir. Müminleri amel etmeye davet etmek de bu mânâya dahildir. Bundan dolayı Allah’a davet, tevhid ve itaatine davet demektir ki, bunun neticesi de Allah’a kavuşmaya davete varır. Kısacası Allah’a davet en güzel sözdür, ancak böyle olması iki şart ile şartlıdır. Birisi o davet yalnız kuru bir laftan ibaret kalmamalı, durumu sözüne aykırı olmamalı, sözü ile birlikte salih ameli de olmalıdır. Yani önce kendini düzeltmeli, kendisi ilâhî ahlak ile ahlaklanmalı, başkalarını davete layık ve sözüne kendi fiili şahid olacak şekilde çalışarak, güzel iş yaparak davet etmeli ki, basiret üzere bulunmak ve icabında kılıca sarılmak bu salih ameldendir. Birisi de İslâm’dır. Davetçi müslümanlardan olmalı, davetine hiç şirk karıştırmayarak “Rabbimiz Allah deyip sonra istikametle giden” samimi müslümanlardan bulunmalıdır. İslâm olmayınca amelde tam düzgünlük bulunmaz ve Allah’a davet edilmiş olmaz. Ebu Hayyan Bahr’da der ki “Zeyd b. Ali “Allah’a kılıçla davet eden…” demiştir. Kendisini Emevî hükümdarlarından bazı zalimlere karşı kılıçla ayaklanmaya sevkeden de bu olsa gerektir. Adı geçen Zeyd Allah’ın kitabını bilirdi. Hişam b. Abdülmelik’in hapsinde iken kendisinden not tutanlara açıklamış olduğu tefsirinden bir kısmını gördüm ki, ilimde ve Arap kelamı ile delil getirmede çok büyük bir ilmî nasibi vardır. Denilir ki kardeşi Muhammed Bakır ile ikisi tartıştıkları münazara ettikleri zaman herkes mürekkep şişelerini alıp toplanır, onların ilimlerinin ürünlerini yazarlardı. Allah her ikisine de rahmet etsin ve onlardan razı olsun.” 34-Allah’a davetin mertebeleri ve mertebesine göre zahmetleri, çileleri ve yorgunlukları bulunduğundan dolayı da buyuruluyor ki Bununla birlikte güzellik de eşit olmaz, kötülük de. Güzellik ile kötülük eşit olmak şöyle dursun, her iyilik de bir olmaz, her kötülük de. Hem güzel huyların, iyi amellerin eserlerde ve hükümlerde mertebeleri çeşitlidir; hem de kötülüklerin, kötü huyların mertebeleri çeşitlidir. Mesela kötülüğe karşı kötülükle iyiliğe karşı kötülük bir olmayacağı gibi, iyiliğe karşı iyilikle, kötülüğe karşı iyilik de bir olmaz. Onun için en güzel olan davete karşı yapılan kötülükler, o inkârlar, nankörlükler, eziyetler de kötülüklerin kötüsüdür. Bununla birlikte o kötülüklerin de çeşitli mertebeleri vardır. O halde ne yapmalı? Emri bi’l-ma’ruf ve nehyi ani’l-münker ile Allah’a davet yapılırken kötülüklerin şiddetlenmesine sebep olmayarak en güzel hasene olan muamele ile veya Allah’a davetin en güzel biçimi ile sav. O çeşitli mertebelerdeki kötülüğü savmak için en güzel yol, Allah’a davet yolu; Allah’a davetin en güzel tarzı, İslâm ile birlikte salih amel işleyerek olanı; salih amelin en güzeli de kötülüğe karşı iyiliktir ki, sadece bağışlamadan, sabırdan daha güzelidir. O durumda bir de bakarsın ki seninle arasında düşmanlık bulunan kimse şefkatli bir hısım, akraba gibi olmuştur. Denilmiştir ki nitekim Ebu Süfyan öyle oldu. 35- Ona ise, kötülüğü en güzel iyilikle savmak huyuna, karakterine ancak sabredenler, sabrı huy edinenler erdirilir. Çünkü nefsi intikam duygusundan alıkoymak, ancak gerçek sabır ile olur. Ve ona ancak büyük nasip sahibi erdirilir. Ruhî kuvvetlerden ve nefsî faziletlerden yüksek bir derece ile ilâhî nimetten büyük bir paya erişmiş olan bahtiyar kimseler erişir. 36- Ve şayet seni şeytandan bir dürtme dürtecek olursa ona uyma da şerrinden hemen Allah’a sığın. “Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım.” deyip Allah’ın korumasını iste. Şüphesiz ki her şeyi işiten ve bilen O’dur. Senin sığınmanı işitir, niyetini ve her halini bilir. 37-39-Allah’a davetin amellerin ve sözlerin en güzellerinden olduğu beyan olunduktan sonra, onun büyüklük ve kudretini en göz kamaştırıcı âyetlerle göstermek üzere buyuruluyor ki Ve O’nun âyetlerinden, varlık ve kudretinin, ilim ve hikmetinin delillerinden ve alametlerindendir gece ile gündüz. Âlemdeki bu olaylar zamanın akışındaki bu değişiklikler, gösterir ki, yukarıda yaratıldıkları beyan olunan yeryüzü ve seması ile bu âlem bir kararda, bir tabiatta durup kalmaz, ân’dan ân’a, halden hale değişir, bugünü yarın izler; bu şekilde bütün bu değişiklikler yaratıcısının yaratmasını ve kudretini ve bu dünyanın bir ahireti bulunduğunu gösterir. Gaflet etmemek gerekir ki gece ile gündüzün bu hatırlatılmasında mağrurlara bir korkutma ve uyarı, kederli ve üzgünlere bir teselli vardır. Böyle gece ile gündüz O’nun âyetlerinden olduğu gibi, ve güneşle ay da, biri gündüz sultanı olan ışık, biri de gece sultanı olan nur, ikisi de yüce Allah’ın sanat ve kudretinin, dünya semasını süsleyen en güzel tecellilerindendir. Gece ile gündüze karşılık güneş ile ayın birbirine ters bir tertip içinde ifade edilmesinde birkaç fayda vardır. Birincisi Güneşin gündüze bitişik olmasını korumak. İkincisi Güneşin aya göre, asil olduğuna işaret etmek. Üçüncüsü Geceden gündüze geçildiği gibi, gündüzden de geceye olan değişimi vurgulamak. Dördüncüsü de leylü nehar gecegündüz ile şems ve kamer güneş ve ay arasında “râ” harfinde bir denge hoşluğu vermektir. Güneş ve ayın bu tecellilerinden dolayı ne güneşe, ne de aya secde etmeyin. Çünkü onlar da sizin gibi yaratıklardır. Bütün onları yaratmış olan Allah’a secde edin. Eğer siz gerçekten O’na ibadet edecekseniz, başkasına secde etmezsiniz, çünkü secde ibadetin en özelidir. fiilinde zamiri Zemahşerî’nin ifadesine göre, “….” âyetler te’vili ile gece ve gündüzün, güneş ve ayın yerine geçmek üzere müennes ve çoğul getirilmiştir. Bununla birlikte “Hepsi de birer yörüngede yüzerler.” Yâsin, 36/40 gibi, güneş ve ayla birlikte bütün yıldızların yerine kullanılmış olması da düşünülebilir. İmam Şafiî’ye göre, secde bu âyetinde yapılır. Fakat İmam Azam Ebu Hanife Hazretlerine göre ikinci âyetin sonunda 41/38 de yapılmalıdır. Çünkü söz orada tamam oluyor. İbnü Abbas, İbnü Ömer, Ebu Vâil ve Bekir b. Abdullah da bu kanaate varmışlardır. Mesruk, Sülemî, Nehaî, Ebu Salih ve İbnü Sîrîn’den de böyle naklolunmuştur. Yine âlemin değişikliklerine işaretle buyuruluyor ki ve onun âyetlerindendir ki sen yeryüzünü boyun eğmiş görürsün. Boynu bükük bir zelil gibi kuraklıktan çökmüş, perişan bir hale düşmüştür. Yeryüzünün hüsran ve kuraklık halindeki perişanlığı, zillete düşmüş bir kimsenin boynunu büktüğü huşu, yani perişan halinde benzetilmiştir. Bu benzetme bir taraftan secde etmek istemeyen kibirli kimselerin nihayet toprak olup zelil olduklarını hatırlattığı gibi, bir taraftan da alçak gönüllü olanların yükseleceklerine işaret için buyuruluyor ki derken onun üzerine o suyu indirdiğimiz zaman titrer, deprenir ve kabarır şüphe yok ki ona o hayatı veren, o yeryüzünü öyle dirilten elbette ölüleri de diriltir. Ruhsuz cesetlere ruh verir. Şüphesiz ki O, her şeye kadirdir. İradesinin yöneldiği her şey vücuda gelir, kâfirler yıkılır, müminler yükselir. Onun için şu andan itibaren yılmayıp davete atılmalıdır. 40-Bu ifadeden sonra istikametin zıddına giden inkârcıları tehdit ile buyuruluyor ki Bizim âyetlerimizde ilhad edenler inkâra sapanlar. İLHAD Aslında lahde mezara koymak demek olup, doğruluktan eğrilmek, haktan batıla sapmak mânâsına da gelir. Rağıb der ki İlhad iki türlüdür. “Birisi Allah’a şirk ilhadı, birisi de esbabda sebeblerde şirk ilhadıdır.” Birincisi imana aykırı olur onu yok eder.3 İkincisi ise, onu yok etmezse de tutanaklarını zayıflatır. Âyetlerde ilhad, doğru mânâ vermeyip istikametten ayrılarak eğrisine çekmek demek olur ki yalanlamayı, inkârı, yanlış tevili ve tahrifi kapsar. “Âyetler”, zikrolunan gece ve gündüz, güneş ve ay gibi kâinata dair âyetler ve mucizelerle, Kur’ân gibi indirilmiş olan ve hüküm getiren âyetlerden daha geniş kapsamlıdır. Her ikisine de aykırı gitmek “ilhad”dır. İlhadın da cezası ateşe atılmaktır. Çünkü ilhad ateşe gülistan diye atılmak gibidir. Onun için buyuruluyor ki “Ateşe atılan mı daha hayırlıdır, yoksa kıyamet günü güven içinde gelecek olan mı?” Dilediğinizi yapın.” Bu âyet tehdittir. 41- “Kendilerine geldiği zaman zikri Kur’ân’ı inkâr edenler.” ifadesi yukarıki “Âyetlerimizde ilhada sapan sapkınlar…” Fussilet, 41/30 âyetinden bedeldir. Bundan dolayı haberi, de geçen “Elbette bize gizli kalmazlar.” Fussilet, 41/30 âyetidir. Âyette geçen “zikir” kelimesinden maksat, Kur’ân olduğu için mutlak “âyetlerden” sonra, özellikle Kur’ân’ın değerine ve önemine özen gösterme ifadesidir. Demek ki “âyetler” Kur’ân’dan daha genel olduğu gibi, “ilhad”da inkârdan daha geneldir. Aziz bir kitap, yani bir kitap ki eşi bulunmaz 42-43 ne önünden, ne ardından O’na batıl yanaşamaz. İçindekiler hiçbir şekilde iptal edilemeyecek derecede doğru ve sağlam, ona karşı yapılan asılsız gürültü, inkâr ve ilhad onun haddi zatındaki delil ve sağlamlığına hiçbir eksiklik veremez, öyle aziz hamîd, yani bütün kâinatın üzerindeki nimetleriyle hamd ve medhettiği bir hikmet sahibinden indirilmiştir. Ey Muhammed! Sana senden önceki peygamberlere söylenenden başka bir şey söylenmiyor. Kâfirler tarafından sana söylenen sözlerin bütün özeti, “Biz sizin gönderildiğiniz şeyleri inkâr etmekteyiz.” Sebe’, 34/34 diye önceki peygamberlere karşı söylenen inkâr, yalanlama ve ilhaddan başka bir şey değildir. Dolayısıyla üzülme de onlar gibi sabret. Şüphe yok ki Rabbin muhakkak mağfiret sahibi, hem de acı verecek bir ceza sahibidir. Peygamberlerine ve tevbekar olanlara bağışlaması büyük olmakla birlikte, düşmanlarına ve günahkarlara vereceği ceza çok elem vericidir. Günü gelir o yola gelmek istemeyen kâfirlerin, inkârcıların belalarını verir. Yukarıda, “Öz Arapça bir Kur’ân olmak üzere âyetleri ayırt edilmiş bir kitaptır, bilecek bir kavim için.” Fussilet, 41/3, burada da, “Bütün kainatın övdüğü bir hikmet sahibinden indirilmedir.” Fussilet, 41/42 buyurulmasına karşı o yapılan ilhaddan olmak üzere demişler ki “O öyle indirilmiş bir kitap ise neden Arapça olmuş, başka bir dil ile indirilse de mucizeliği daha açık olsa ya”. 44-Ona cevaben isti’naf vav’ı ile buyuruluyor ki ve eğer biz onu A’cemî bir Kur’ân yapsaydık. Yani fasih Arapça’nın dışında başka bir dil ile indirseydik muhakkak diyeceklerdi ki âyetleri tafsil edilse, anlaşılacak bir dil ile ayırt edilip anlatılsa. Veya diğer bir mânâ ile her dilden ayrı ayrı olarak bazısı Arapça bazısı A’cemî yabancı dilde olsa ne vardı? Arab’a Acemce mi? Arap bir peygambere Acemce yabancı dilde bir Kur’ân olur mu? Yahut bir Arab’a yabancı dilde söylenir mi? derlerdi ve o zaman “Kalplerimiz, senin bizi çağırdığın şeyden örtüler içinde.” Fussilet, 41/5 demelerinin bir mânâsı olurdu. İbrahim Sûresi’nde “Biz hiçbir peygamberi kavminin dilinden başkası ile göndermedik ki onlara apaçık anlatsın.” İbrahim, 14/4 âyetine bkz. A’cemî, Acem cinsine mensup olan. Acem Arab’ın dışında, Türk, Fars, Hindli, Avrupalı vs. Hangi cinsten olursa olsun fasih olmayan, iyi söyleyemeyen, gerek tutukluktan ve gerek dilinin yabancılığından dolayı, dediği anlaşılmayana A’cemî denir ki biz bunu her hususa genelleme yaparak acemi deriz, A’cem de aynı mânâdadır. Onun için A’cemînin sı nisbet mi, mübalağa abartma mı diye münakaşa edilmiştir. Bununla birlikte Kamus’un işaret ettiği üzere A’cem, bir de Arap’dan olmayana denilir, tekil ve çoğulu birdir. “Yabancı bir adam, yabancı bir topluluk” denilir. Arap değil demek olur. Şu halde A’cemî, nisbet olarak Arapların dışında Acemî mânâsına da gelebilecektir. Nitekim âyette de A’cemî, Arapların dışında diye tefsir edilmiştir. De ki O Arapça Kur’ân iman edenler için -ki gerek Arap olsun, gerek Arap’tan başkaları- hidayetin kendisi, doğru yolu gösteren rehber ve sırf şifadır. Kalplerinizdeki hastalıklara Cehalet, ahlaksızlık, şüphecilik gibi dertlere devadır. İman eden ondan yararlanmanın yolunu da bulur, hiç olmazsa “Eğer bilmiyorsanız zikir ehline bilenlere sorun.” Enbiya, 21/7 emri gereğince bilen ehlinden sorar. İman etmeyenlere gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır. Arap olsalar da iyi işitmezler. Hem de o, onlara karşı bir körlüktür. Onun güzelliğini, hikmetlerini, inceliklerini göremezler, aksine üzüntü duyarlar. Onlara uzak bir mekandan bağırılır. Bu ifadede birkaç mânâ vardır. Birincisi, hitaba kabiliyetleri olmadığını “O inkâr edenlerin hali bağırıp çağırıştan başka birşey duymayıp haykıranın haline benziyor.” Bakara, 2/171 ifadesi üzere bir temsildir. İkincisi “Gerek ufuklarda, gerek kendi nefislerinde âyetlerimizi yakında onlara göstereceğiz.” Fussilet, 41/ 53 buyurulacağı üzere, İslâm’ın sesinin ve gücünün ufuklara dağılıp uzaklara kadar yayıldıktan sonra, onun değerini takdir etmeyen Araplara uzaktan sesleneceğine işarettir. Üçüncüsü, Mümin Sûresi’nde geçtiği üzere, “İnkâr edenlere nida edilir Allah’ın buğzu sizin kendinize olan buğzunuzdan elbet daha büyüktür. Çünkü siz imana davet ediliyorsunuz da küfrediyorsunuz.” Mümin, 40/10 âyeti uyarınca kendilerine nida olunacağına da işaret olur. Meâl-i Şerifi 45- Andolsun ki biz Musa’ya Tevrat’ı vermiştik de onda ihtilafa düşmüşlerdi. Eğer Rabbin tarafından azabın ertelenmesine dair bir söz geçmeseydi mutlaka aralarında hüküm verilirdi. Gerçekten onlar Kur’ân hakkında bir şüphe ve tereddüt içindedirler. 46- Her kim iyi bir iş yaparsa, kendi lehine yapmış olur. Kim de bir kötülük yaparsa, kendi aleyhine yapmış olur. Rabbin kullara zulmedecek değildir. 45- Andolsun ki Musa’ya o kitabı verdik de onda ihtilaf edildi; kimi inandı, kimi inanmadı, sonra inananlar da türlü çekişmelere düştüler. Bu âyetin, üst tarafı ile iki yönden ilgisi vardır. Birincisi, “Sana, senden önceki peygamberlere de söylenmiş olandan başka bir şey söylenmiyor.” Fussilet, 41/43 ifadesini bir örneği ile gerçekleştirmektir. Yani inkâr ve muhalefet ilk defa sana ve Kur’ân’a karşı oluyor değil, Musa’ya ve Tevrat’a karşı da olmuştu. İkincisi, Kur’ân’ın Arapça, Acemce yabancı dilde, her dilden ayrı ayrı aralıklarla inmiş olması tasavvurundaki sakıncasını açıklamaktır. Yani Tevrat bir dilde inmiş iken, onun aslında türlü ihtilaf çıkarıldı. O halde onları tevhide davet için inen bu Kur’ân’ın çeşitli dillerde indirilmesi daha çok ihtilafa sebep olmak gibi bir çelişki olmaz mıydı? Ve eğer Rabbinden ezelde bir kelime hüküm geçmiş olmasa idi -ki azabın bir ecel-i müsemma belirli bir süre ile vakit ve saatine geri bırakılması, yani kıyamet vaadi takdir edilmiş bulunmasa idi- o ihtilaf edenler arasında, yani iman edenlerle etmeyenler arasında iş bitiriliverirdi. Fakat o kelimenin hükmüyle, saatine geri bırakılmıştır. Bununla birlikte onlar, o iman etmeyenler herhalde ondan yani o Kur’ân’dan kuşkulu bir şüphe içindedirler. İman etmemekle birlikte hallerinden emin de değildirler. Şüpheler içinde ızdırap içindedirler. 46- “Her kim iyi bir iş yaparsa kendi lehine yapmış olur. Kim de bir kötülük yaparsa kendi aleyhine yapmış olur.” Fakat o saat ne zaman denecek olursa; Meâl-i Şerifi 47- Kıyamet zamanını bilmek ancak Allah’a havale edilir. Onun bilgisi dışında hiçbir meyve kabuğundan çıkmaz, hiçbir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz. Allah onlara “Bana koştuğunuz ortaklarım nerede?” diye seslendiği gün, onlar “Senin ortağın olduğuna dair bizden hiçbir şahit olmadığını sana arz ederiz.” derler. 48- Önceden tapmakta oldukları şeyler, kendilerinden uzaklaşıp kaybolmuştur. Onlar da kendileri için kaçacak bir yer olmadığını anlamışlardır. 49- İnsan hayır istemekten usanmaz, fakat kendisine bir kötülük dokununca üzülür ve ümitsizliğe düşer. 50- Andolsun ki kendisine dokunan bir zarardan sonra, biz ona tarafımızdan bir rahmet tattırsak, O “Bu benim hakkımdır, kıyametin kopacağını da sanmıyorum, Rabbime döndürülmüş olsam bile mutlaka O’nun yanında benim için daha güzel şeyler vardır” der. Biz o inkâr edenlere yaptıkları şeyleri mutlaka haber vereceğiz ve onlara ağır bir azap tattıracağız. 51- Biz insana bir nimet verdiğimiz zaman o yüz çevirir, yan çizer. Ona bir kötülük dokunduğu zaman da uzun uzun yalvarır. 52- Ey Muhammed! De ki “Ne dersiniz? O Kur’ân Allah tarafından gelmiş olup da sonra siz onu inkâr etmişseniz, o takdirde Hak’tan uzak bir ayrılığa düşenden daha sapık kim olabilir?” 53- Biz onlara hem ufuklarda ve hem kendi nefislerinde delillerimizi göstereceğiz ki, Kur’ân’ın hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun. Senin Rabbinin her şeye şahit olması kafi değil mi? 54- İyi bilin ki onlar Rablerine kavuşmaktan bir şüphe içindedirler, yine iyi bilin ki, Allah her şeyi ilmiyle kuşatmıştır. 47-52-“O’nun bilgisi olmadan meyvelerden hiç biri tomurcuklarından çıkmaz.” Saatin arkasından böyle meyvelerle hamile kalmaktan ve doğurmaktan bahsedilmesi, ahiret hallerine de bir işareti kapsaması itibarıyla mânâlıdır. Çünkü dünya ahiretin tarlası olduğu için kıyamet, meyvelerin toplanıp koparılacağı bir hasat zamanını andıracaktır. Aynı zamanda “Ey insanlar, Rabbinizden sakının. Çünkü o saatin zelzelesi büyük bir şeydir. Onu göreceğiniz gün emzikli her kadın emzirdiğini unutup geçer, yüklü her kadın yükünü düşürür.” Hacc, 22/1-2 âyetinin mânâsına da bir işaret vardır. 53- İlerde biz onlara, o inkâr edenlere âyetlerimizi, Kur’ân’ın hakikatine delalet edecek delillerimizi göstereceğiz, hem ufuklarda, kendilerinin bulunduğu Harem hududu dışında hem de kendi nefislerinde. Mekke ve Harem içinde, İslâm’ın ileride cihanın her yanına yayılacağını böyle kesin bir dil ile haber veren bu âyet, Kur’ân’ın hak, Allah kelamı olduğunu açık açık isbat etmiş gayb mucizelerindendir. Bunun Mekke’de iken nazil olduğu bir düşünülür, bir de ondan sonra peygambere ve halifelerine Allah Teâlâ’nın nasip ettiği şerefli fetihleri ve İslâm’ın şark ve garba yayılmasındaki olağanüstülük düşünülürse, bunun ne yüksek bir âyet ve mucize olduğu ortaya çıkar. İlmî açıdan bir gerçeğin ispatı için delil ya objektif âfâkî olur, ya sübjektif enfüsî; ya gözlerden dış gözlemden, ya gönülden iç gözlemden gelir; varlık bu iki pencereden görülür. Yüce Allah bu âyette bu taksimi gösterdikten sonra, Kur’ân’ın gerçek yüzünü, peygamberin peygamberliğinin doğruluğunu, İslâm’ın yüceliğini ispat için, bu iki çeşit âyetlerin ikisini de göstereceğini vaad buyuruyor. Öyle ki Onun hak olduğu o kâfirlerce ortaya çıkıncaya kadar, “Bedr”den Mekke’nin fethine kadar, Mekke müşrikleri bunu hem kendi nefislerinde, hem dış dünyada gördüler. Ondan sonra diğerleri görmeye başladılar. Bunlar görüldükten, bu gerçek ortaya çıktıktan sonra sanki hiç görülmemiş gibi hâlâ inkârda devam eden sonraki kâfirler de ilerde göreceklerdir. Buna şahit istersen Rabbinin her şey üzerine şahit olması yeterli değil midir? O halde kâfirler şüphe ederse de, sen etme. 54- İyi bil ki onlar, o inkâr edenler Rablerine kavuşmakta şüphe içindedirler. Kıyamet günü Hakk’ın huzuruna varacaklarına imanları yok, onunla birlikte şüpheden de muzdariptirler. Fakat iyi bil ki O, her şeyi ihata etmiştir ilmiyle, kudretiyle herşeyi kuşatmıştır. Onlar, O’nun cezasından kurtulacak değillerdir. Allah’a kavuşmak haktır, muhakkaktır. İşte Secde Sûresi’nin sonu budur. Bunu da Şûra Sûresi izleyecektir. “O’nun bilgisi olmadan meyvelerden hiç biri tomurcuklarından çıkmaz.” Saatin arkasından böyle meyvelerle hamile kalmaktan ve doğurmaktan bahsedilmesi, ahiret hallerine de bir işareti kapsaması itibarıyla mânâlıdır. Çünkü dünya ahiretin tarlası olduğu için kıyamet, meyvelerin toplanıp koparılacağı bir hasat zamanını andıracaktır. Aynı zamanda “Ey insanlar, Rabbinizden sakının. Çünkü o saatin zelzelesi büyük bir şeydir. Onu göreceğiniz gün emzikli her kadın emzirdiğini unutup geçer, yüklü her kadın yükünü düşürür.” Hacc, 22/1-2 âyetinin mânâsına da bir işaret vardır. İlerde biz onlara, o inkâr edenlere âyetlerimizi, Kur’ân’ın hakikatine delalet edecek delillerimizi göstereceğiz, hem ufuklarda, kendilerinin bulunduğu Harem hududu dışında hem de kendi nefislerinde. Mekke ve Harem içinde, İslâm’ın ileride cihanın her yanına yayılacağını böyle kesin bir dil ile haber veren bu âyet, Kur’ân’ın hak, Allah kelamı olduğunu açık açık isbat etmiş gayb mucizelerindendir. Bunun Mekke’de iken nazil olduğu bir düşünülür, bir de ondan sonra peygambere ve halifelerine Allah Teâlâ’nın nasip ettiği şerefli fetihleri ve İslâm’ın şark ve garba yayılmasındaki olağanüstülük düşünülürse, bunun ne yüksek bir âyet ve mucize olduğu ortaya çıkar. İlmî açıdan bir gerçeğin ispatı için delil ya objektif âfâkî olur, ya sübjektif enfüsî; ya gözlerden dış gözlemden, ya gönülden iç gözlemden gelir; varlık bu iki pencereden görülür. Yüce Allah bu âyette bu taksimi gösterdikten sonra, Kur’ân’ın gerçek yüzünü, peygamberin peygamberliğinin doğruluğunu, İslâm’ın yüceliğini ispat için, bu iki çeşit âyetlerin ikisini de göstereceğini vaad buyuruyor. Öyle ki Onun hak olduğu o kâfirlerce ortaya çıkıncaya kadar, “Bedr”den Mekke’nin fethine kadar, Mekke müşrikleri bunu hem kendi nefislerinde, hem dış dünyada gördüler. Ondan sonra diğerleri görmeye başladılar. Bunlar görüldükten, bu gerçek ortaya çıktıktan sonra sanki hiç görülmemiş gibi hâlâ inkârda devam eden sonraki kâfirler de ilerde göreceklerdir. Buna şahit istersen Rabbinin her şey üzerine şahit olması yeterli değil midir? O halde kâfirler şüphe ederse de, sen etme. İyi bil ki onlar, o inkâr edenler Rablerine kavuşmakta şüphe içindedirler. Kıyamet günü Hakk’ın huzuruna varacaklarına imanları yok, onunla birlikte şüpheden de muzdariptirler. Fakat iyi bil ki O, her şeyi ihata etmiştir ilmiyle, kudretiyle herşeyi kuşatmıştır. Onlar, O’nun cezasından kurtulacak değillerdir. Allah’a kavuşmak haktır, muhakkaktır. İşte Secde Sûresi’nin sonu budur. Bunu da Şûra Sûresi izleyecektir.
Meallerdeki sıralama bir tercih sıralaması değil alfabetik sıralamadır. Ziyaretçilerimiz takip etmek istedikleri mealleri sol sütundan seçerek ilerleyebilirler. Tercihlerinin hatırlanması için "Tercihimi Hatırla" tıklanmalıdır. Velâ testevî-lhasenetu velâ-sseyyi-etuc idfa’ billetî hiye ahsenu fe-iżâ-lleżî beyneke ve beynehu adâvetun ke-ennehu veliyyun hamîmunVe eşit değildir iyilikle kötülük. Kötülüğü, en güzel bir muameleyle karşıla, gider, bir de bakarsın ki aranızda düşmanlık olan kişi, sanki senin en yakın bir dostun.Elbette İyilikle kötülük asla bir olmaz. Sen insanları Hakka davet ederken, şahsına yapılacak kötülükleri en güzel şekilde karşıla ve savuşturmaya çalış. O zaman bir de bakarsın ki aranızda düşmanlık bulunan kimse bile, sanki sıcak ve sadık bir dost kötülük bir olamaz, sen kötülüğü en güzel olan şeyle sav. O vakit seninle aranızda düşmanlık bulunan kimse, candan bir dost gibi kötülük, devletle anarşi birbirine denk olamaz. Kötülüğü, anarşiyi, en güzel metodu kullanarak, işleyen müesseseler kurarak, hukuk kurallarını işleterek, fazileti, sevabı en yüksek hükümlere öncelik vererek ortadan kaldır. O zaman seninle aranda düşmanlık olan kişinin, sanki samimi bir dost gibi davrandığını kötülük bir olmaz. [3] Sen kötülüğü en güzel olan bir tarzda sav. O zaman görürsün ki seninle arasında düşmanlık olan adeta sıcak bir dost "Her iyilik ve her kötülük bir değildir."İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda kötülüğü uzaklaştır; o zaman, görürsün ki seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dostun iyilikle kötülük müsavi olmaz. Sen kötülüğü, en güzel olan iyi hareketle önle. O vakit bakarsın ki, seninle arasında bir düşmanlık bulunan, yakın bir dost gibi iyilik ile kötülük bir olamazlar. Sen düşmanını en güzel yol ile sav! Bakarsın, senin ile arasında düşmanlık olan kişi, sanki sıcacık bir dost kötülük bir olmaz. Sen, en iyi olanla karşılık ver! Bir de bakarsın ki seninle arasında düşmanlık bulunan kişi sanki candan bir dostmuş gibi olur.[512][512] Kötülüğe iyilikle karşılık vermek hakkında geniş bilgi için bk. Bayraklı, KUR’ÂN TEFSÎRİ, XVII, kötülük bir düzeyde olamaz, kötülüğü iyilikle karşıla, eğer böyle yaparsan, aranızda anlaşmazlık bulunan kimse sana hısım gibi dost olurİyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğe iyiliğin en güzeliyle karşılık ver. Bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost şerrinden emin olmanın bir yolu da ona iyilik etmektir. “İnsan iyiliğin kölesidir” diye veciz bir söz vardır. İnsan, fıtratı gereği yapılan i... Devamı..Seyyiât ile hasenât müsâvî olmaz, seyyiâtı hasenât ile def’ ider isen düşmanın hâmi, dost hâline geldiğini ve fenalık bir değildir. Ey inanan kişi Sen, fenalığı en güzel şekilde sav; o zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kişinin yakın bir dost gibi olduğunu kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav. Bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur. Kötülük, en güzel haslet ne ise onunla önlenir. Mesela gazaba sabır, bilgisizliğe hilim, kötülüğe af ile karşılık ile kötülük bir olmaz. Sen en iyi bir biçimde karşılık ver. O zaman, aranızda düşmanlık bulunan kişi belki en iyi dostun iyilik de bir değildir, kötülük de. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav. O zaman seninle kendi arasında bir düşmanlık olan kişinin, sanki samimi bir dost gibi olduğunu hasene de müsavi olmaz seyyie de, seyyieyi en güzel olan hasene ile def'et o vakıt bakarsın ki seninle arasında bir adâvet bulunan kimse yakılgan bir hısım gibi olmuşturİyilikle kötülük bir değildir. Kötülüğü iyilikle Bir de bakmışsın ki seninle arasında düşmanlık olan kişi, candan velin² Kötülüğe, iyilikle karşılık ver. Söz konusu kötülüğün tanımı ve sınırları iyi belirlenmelidir. Kast edilen şey, zulme sessiz kalmak değildir. Yoks... Devamı..Ne her iyilik, ne de her kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel haslet ne ise onunla önle. O zaman görürsün ki seninle arasında düşmanlık bulunan kimse bile sanki yakın dost un olmuş iyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel olan iyilik ile def' et; bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost olmuştur!22“Evet, nasıl ki muhabbet sevme sıfatı, muhabbete lâyıktır. Öyle de adâvet düşmanlık hasleti herşeyden evvel kendisi adâvete lâyıktır. Eğer hasm... Devamı..Güzel olanla, kötü çirkin olan bir değildir. Sen en güzel olanla kötülüğü uzaklaştır. O zaman senin ile aranızda düşmanlık olan birisi arasında, sanki birden bire sıcak bir dostluk kötülük bir olmaz. Kötülüğü iyilikle karşıla. Böylelikle bir de bakarsın kendisiyle aranda düşmanlık olan kimse senin bir sevdiğin gibi ile kötülük bir olamaz. Kötülüğe, ondan daha güzelini tutarak [¹] karşı gel. Böyle yaparsan aranızda düşmanlık bulunan kimse candan bir dost gibi olur.[1] Sabır ile gazaba, ilim ile cehle, af ile kötülük bir değildir. Kötülüğü en güzel şekilde sav. Bir de bakarsın ki seninle arasında düşmanlık olan kimse sanki candan bir dost Krş. Mü’minûn, 23/96İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda kötülüğü uzaklaştır; o zaman bir de görürsün ki, seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost insan yaratılıştan bilmeli ki, iyilik ile kötülük asla bir olmaz. O hâlde, ey Müslüman! Sana kin besleyen insanlara sen kin duyma; aksine, onlara şefkat ve merhametle yaklaş; sana kötülük yapana iyilikle karşılık ver; gönül incitmeden, rencide etmeden, tatlı dille ve yapıcı bir üslupla, yani en güzel şekilde kötülükleri bertaraf et; işte o zaman, aranızda kin ve düşmanlık bulunan kişinin sanki birdenbire sımsıcak bir dosta dönüştüğünü göreceksin. Ne İyilik eşit olur, ne Kötülük! Her birisini En güzel olan ile sav! O zaman senin ve onun aranızda düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost gibi İyilikle kötülük elbet bir olmaz. Sen, kötülüğe en güzel şekilde mukabele et. Gün olur, aranızda düşmanlık bulunan kimse, sımsıcak bir dost kötülük bir olmaz. Bir kötülük gördüğün zaman O’na iyilik yaparak cevap ver. Kim bilir? Bakarsın sana kötülük yapan kişi; yaptığın iyilik nedeniyle sana olan düşmanlığı bırakmış, senin en sıcak, en candan dostun olmuştur. İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel şekilde sav! [*] Bir de bakarsın ki seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sımsıcak bir dost mesajlar Rad 1322; Mü’minûn 2396; Kasas 2854. Hz. Muhammed’in şu hadisi de bu ayetlerle ilişkilidir “Kötülüğün arkasından bir iyilik yap ... Devamı..Nasıl ki iyilikle kötülük bir değilse,¹ o zaman sen de o kötülükleri, en güzel bir biçimde uzaklaştır. İşte o zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kimsenin, sana sıcak bir dost oluverdiğini görürsün.Madem ki İyilik ile kötülük bir değil, sen [kötülüğü] daha güzel olan ile sav; ³¹ bak, o zaman seninle arasında düşmanlık olan kimse, [eski bir] dostun, gerçek bir arkadaşınmış gibi davranır!31 Bkz. 1322, not 44. Bu örnekteki “[kötülüğü] daha güzel olan bir şey ile savma” emri Kur’an’a karşı yapılan kaba itirazlara ve düşmanca eleştiriler... Devamı..İyilik ile kötülük asla bir olmaz, sen kötülüğü en güzel şekilde sav, bak gör o zaman seninle aranda düşmanlık olan kişi çok samimi ve yakın bir dost oluvermiş. 7/199, 23/96, 38/28Madem ki iyilik de bir olmaz, kötülük de;[⁴²⁶⁹] o halde sen kötülüğü en güzel şekilde savuştur! Bak gör o zaman, seninle arasında düşmanlık olan biri bile sanki sımsıcak bir dost kesiliverir.[4269] Yani “ne iyilik kötülükle ne de kötülük iyilikle” bir olabilir. Kötülüğe karşı kötülük ile iyiliğe karşı kötülük, iyiliğe karşı iyilik ile kötü... Devamı..Ve iyilik de kötülük de müsavî olamaz. Kötülüğü Bertaraf et o şey ile ki, o en güzeldir. Artık o zaman seninle kendi arasında adâvet olan kimse, sanki bir sadâkatlı kötülük bir olmaz. O halde sen kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak. Bir de bakarsın ki seninle kendisi arasında düşmanlık olan kişi candan, sıcak bir dost oluvermiş! Şer, galip göründüğü durumlarda bile, aslında zayıftır. Zira mahiyeti icabı çökmeye mahkûmdur. Hayır ve dürüstlük ise gönüller fetheden, bizatihi bir ... Devamı..İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü En güzel olan şeyle sav. O zaman bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir kötülük bir olmaz; sen kötülüğü iyilikle karşıla. O zaman aranda düşmanlık olan kişinin can dostun olduğunu kötülük bir değildir. Kötülüğü en güzel şekilde sav. O zaman seninle aranızda düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost gibi kötülük bir olmaz. Sen kötülüğe iyiliğin en güzeliyle karşılık ver.8 Bir de bakarsın, aranızda düşmanlık bulunan kişi sanki candan bir dost oluvermiştir.8 “İyiliğin en güzelini” İbni Abbas “öfkeliyken sabretmek, kötülüğe maruz kaldığında bağışlamak” şeklinde açıklamış ve şöyle demiştir “İnsanlar bun... Devamı..Güzellikle çirkinlik/iyilikle kötülük bir olmaz! Kötülüğü, en güzel tavırla sav! O zaman görürsün ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sımsıcak bir dost gibi berāber degül eyü iş ne daħı yavuz iş. def' eyle anuñ-ile kim ol görklürekdür pes ol vaķt ol kim senüñ arañda daħı anuñ arasında düşmānlıķdur kāne ol dostdur berāber olmaz yaḫşılıḳ bile yamanlıḳ. Def eyle yamanlıġı yaḫşılıḳbile. Ḳaçan anuñ gibi eyleseñ, senüñ bile anuñ arasında düşmanlıḳ olan kim‐seyi müşfiḳ ḳarāyib gibi pislik eyni ola bilməz! Ey mö’min kimsə! Sən pisliyi yaxşılıqla dəf et! Qəzəbə səbirlə, cəhalətə elmlə, xəsisliyə comərdliklə, cəzaya bağışlanmaqla cavab ver! Belə olduqda aranızda düşmənçilik olan şəxsi, sanki yaxın bir dost görərsən!The good deed and the evil deed are not alike. Repel the evil deed with one which is better, then lo! he, between whom and thee there was enmity will become as though he was a bosom can goodness and Evil4504 be equal. Repel Evil with what is better Then will he between whom and thee was hatred become as it were thy friend and intimate!45054504 You do not return good for evil, for there is no equality or comparison between the two. You repel or destroy evil with something which is far be... Devamı..
Nisa Süresi 34. Ayet Meali Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için saliha kadınlar itaatkardır. Allah’ın kendilerini korumasına karşılık kocalarının gıyabında namuslarını ve mallarını kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve bunlarla yola gelmezlerse dövün. Eğer size itaat ederlerse artık aleyhlerine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, Süresi 34. Ayet Tefsiri Yüce Allah şöyle buyuruyor Erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucudur’. Yani, erkek kadının kayyimidir. Yani, onun başkanı, büyüğü, üzerinde hakimiyet sahibi ve eyriliğinde terbiye edicidir. Bu Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması çünkü erkekler kadınlardan daha üstün özelliklere sahip, erkek kadından daha hayırlıdır. Bu yüzden peygamberlik sadece erkeklere mahsus kılınmıştır. Yöneticiliğin en üst makamı da sadece erkeklere şöyle buyurmuştur İşlerini bir kadına teslim eden bir millet, iflah yine şöyle buyurmuştur Kadınların en hayırlısı o kadındır ki, ona baktığında sana mutluluk verir, emrettiğinde sana itaat eden ve ondan ayrılıp gittiğinde kendisini ve senin malını korur. Allah Resulü daha sonra;Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur ayetini kadınların cennete girebilmesi hakkında bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşturKadın beş vakit namazını kılar, ramazan orucunu tutar, namusunu korur ve kocasına itaat ederse ona Cennet’e dilediğin kapısından gir kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara; yani kocasına karşı baş kaldırmasından korktuğunuz kadınlara Arapçada Nüşuz Yükselmek ve dikilmek demektir. Naşiz kadın da kocasına karşı dikleşen, emirlerini terke den, ondan yüz çeviren, nefret duyan karısında baş kaldırma alametleri gördüğünde ona nasihat etsin ve isyanı halinde Allah’ın gelecek cezasıyla korkutsun ve uyarsın. Zira, Allah kocasına karşı ona görev yüklemiş ve ona itaat etmesini vacip kılmıştır. Adamın kendisindeki üstün meziyetler ve Allah’ın onu üstün kılması sebebiyle, ona isyan etmesini de haram Resulüllah şöyle buyurmuştur Bir kimseye birine secde etmesini emredecek olsaydım, üzerindeki haklarından dolayı kadına, kocasına secde etmesini İbn Kesir / İbn Kesir Tefsiri Tefsiru’l Kur’an’il Azim / C 3 / bkz 124-127
Fussilet Suresi 10. Ayet TefsiriFussilet suresi 1. Ayetوَجَعَلَ فِيهَا رَوَاسِيَ مِنْ فَوْقِهَا وَبَارَكَ فِيهَا وَقَدَّرَ فِيهَا أَقْوَاتَهَا فِي أَرْبَعَةِ أَيَّامٍ سَوَاءً لِلسَّائِلِينَ 10Klasik meallerYeryüzüne üstünden ağır baskılar dağlar yerleştirdi, onu bereketli kıldı; arayıp soranlar için gıdalarını tam toplam dört gün içinde yetiştirmesi kanununu koydu takdir etti.[10] O, yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi. Orada bereketler yarattı ve orada tam dört günde isteyenler için fark gözetmeden gıdalar takdir etti.[10] Hem ona üstünden ağır baskılar yaptı ve onda bereketler husule getirdi, ve onda azıklarını takdir buyurdu, araştıranlar için bir düzeye dört gün içinde[10] Hem ona üstünden ağır baskılar dağlar yaptı, onda bereketler meydana getirdi ve onda azıklarını dört gün içinde araştıranlar için bir düzeyde takdir buyurdu.[10] O, yerin üstünde sabit dağlar yarattı. Orada bereketler meydana getirdi. Orada araştırıp soranlar için rızıkları tam dört günde belli bir seviyede takdir edip, düzene koydu.[10] Yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi. Onda bereketler yarattı ve orada rızıklarını arayanlar için dört günde düzene koydu.[10] O; yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi ve orada bereketler yarattı. Ve onda arayanlar için dört beşit gıdalar takdir etti.[10] Ve orada, onun üstünden sabit dağlar yaptı ve orada bereketler vücuda getirdi, araştıranlar için müsâvi olmak üzere onun azıklarını dört gün içinde takdir buyurdu.[10] O, yerin üstünde yüce dağlar yarattı, orayı bereketli kıldı ve orada arayıp soranlar için gıdalarını, bitkilerini ve ağaçlarını tam dört günde takdir etti, düzenledi.[10] Orda yerde onun üstünde sarsılmaz dağlar var etti, onda bereketler yarattı ve isteyip-arayanlar için eşit olmak üzere ordaki rızıkları dört günde takdir etti.[10] And He made in it mountains above its surface, and He blessed therein and made therein its foods, in four periods alike for the seekers. [10] He placed therein firm hills rising above it, and blessed it and measured therein its sustenance in four Days, alike for all who ask; [10] He set on the earth, mountains standing firm, high above it, and bestowed blessings on the earth, and measure therein all things to give them nourishment in due proportion, in four Days, in accordance with the needs of those who seek Sustenance. [10]Sonraki ayet Fussilet suresi 11. Ayetثُمَّ اسْتَوَى إِلَى السَّمَاءِ وَهِيَ دُخَانٌ فَقَالَ لَهَا وَلِلْأَرْضِ ائْتِيَا طَوْعًا أَوْ كَرْهًا قَالَتَا أَتَيْنَا طَائِعِينَ 11Klasik meallerSonra, duman halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve yeryüzüne İsteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin» dedi. İkisi de İsteyerek geldik» dediler.[11] Sonra duman halinde olan göğe yöneldi, ona ve yerküreye İsteyerek veya istemeyerek, gelin! dedi. İkisi de İsteyerek geldik» dediler.[11] Sonra Semaya doğruldu da o bir dumanken ona ve Arza gelin, ikiniz de ister istemez, dedi geldik istiye istiye dediler[11] Sonra göğe doğruldu da o bir duman iken ona ve yere İkiniz de ister istemez gelin!» dedi. İkisi de isteye isteye geldik.» dediler.[11] Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi. Ona ve yerküreye İsteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin.» dedi. Her ikisi de İsteyerek geldik» dediler.[11] Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve yeryüzüne İsteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin» dedi. İsteyerek geldik» dediler.[11] Sonra göğe yöneldi ki; o, duman halindeydi. Ona ve yere dedi ki İsteyerek veya istemeyerek ikiniz de gelin. İkisi de dediler ki İsteyerek geldik.[11] Sonra göğe, o bir duman halinde iken teveccüh etti. Sonra ona ve yer için buyurdu ki İsteyerek veya istemeyerek geliniz». Onlar da, İsteyiciler olarak geldik,» dediler.[11] Sonra iradesi bir gaz halinde olan göğe yöneldi. Ona ve yere şöyle buyurdu İsteyerek de olsa, istemeyerek de olsa emrime gelin!» onlar da Gönüllü olarak geldik.» dediler.[11] Sonra, kendisi duman halinde olan göğe yöneldi; böylece ona ve yere dedi ki İsteyerek veya istemeyerek gelin.» İkisi de İsteyerek itaat ederek geldik» dediler.[11] Then He directed Himself to the heaven and it is a vapor, so He said to it and to the earth Come both, willingly or unwillingly. They both said We come willingly. [11] Then turned He to the heaven when it was smoke, and said unto it and unto the earth Come both of you, willingly or loth. They said We come, obedient. [11] Moreover He comprehended in His design the sky, and it had been as smoke He said to it and to the earth "Come ye together, willingly or unwillingly." They said "We do come together, in willing obedience." [11]Bu mealleri okuyan birazcık jeoloji bilen biri dinden çıkar?Neden mi?Fussilet suresi 10. ayette yeryüzünün ve kıtaların yaratılışı anlatılmakta. Sonra Fussilet 11. Ayette arzın üzerindeki gök anlatılmakta. Yani atmosferin yaratılışı anlatılmaktadır. Fakat daha atmosfer ve bugün bildiğimiz bitki ve hayvanlar yokken “gıdadan” bahsedilmektedir. Oysa Fussilet 10 ayet incelendiğinde anlamın çok daha farklı olması gerektiği Latin harfleri ile ifadesi aşağıdadırVe ceale fîhâ ravâsiye min fevkıhâ ve bârake fîhâ ve kaddera fîhâ akvâtehâ fî erbeati eyyâmeyyâmin, sevâen lis sâilînsâilîne.Görüldüğü gibi “akvateha” kelimesi “gıda” olarak çevrilmektedir. Bu çok yanlış bir karardır. Çünkü bu kelime kökü قوت , qwt dir ve Kuran’da bir ayette daha geçmektedir. Bu ayet Nisa suresi 85. Ayettirمَنْ يَشْفَعْ شَفَاعَةً حَسَنَةً يَكُنْ لَهُ نَصِيبٌ مِنْهَا وَمَنْ يَشْفَعْ شَفَاعَةً سَيِّئَةً يَكُنْ لَهُ كِفْلٌ مِنْهَا وَكَانَ اللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ مُقِيتًا 85Kim iyi bir işte aracılık ederse, ona onun sevabından bir pay vardır; kim de kötü bir şeyde aracılık yaparsa, ona o kötülükten bir hisse vardır. Allah, her şeyin karşılığını verir.[85] Kim iyi bir işe aracılık ederse onun da o işten bir nasibi olur. Kim kötü bir işe aracılık ederse onun da ondan bir payı olur. Allah her şeyin karşılığını vericidir.[85] Her kim güzel bir şefaatte bulunursa ona ondan bir nasîb olur, her kim de kötü bir şefahatte bulunursa ona da ondan bir nazîr olur, Allah her şeye nâzır bulunuyor[85] Her kim güzel bir aracılıkta bulunursa, ona ondan bir pay vardır; her kim de kötü bir aracılıkta bulunursa, onada ondan bir hisse vardır. Allah herşeyi görüp gözetiyor.[85] Kim güzel bir işte aracılık ederse, ona o işin sevabından bir pay vardır. Kim de kötü bir şeyde aracılık yaparsa, ona da o kötülükten bir pay vardır. Allah her şeyi gözetip karşılığını verir.[85] Kim iyi bir işe aracı olursa kendisinin de o iyilikte bir payı olur. Kim bir kötülüğe aracı olursa onun da kötülükte bir sorumluluk payı olur. Allah herşeyin karşılığını verir.»[85] Kim, iyi işte aracılık ederse; ondan kendisine bir pay ayrılır. Kim de kötü bir şeyde aracılık yaparsa; o kötülükten kendisine bir pay vardır. Allah, her şeye hakkıyla kadir ve nazır’dır.[85] Her kim güzel bir şefaatle şefaatte bulunursa onun için de ondan bir nâsib olur. Ve her kim kötü bir şefaatle şefaatte bulunursa onun için de ondan bir hisse olur. Ve Allah Teâlâ herşey üzerine bihakkın nazîrdir.[85] Her kim güzel bir şefaatte bulunursa, o iyilikten kendisine de bir nasip vardır. Kim de kötü bir hususta şefaat ederse, ondan da kendisine bir pay düşer. Allah her şey üzerinde kadirdir.[85] Kim, güzel bir aracılıkla aracılıkta şefaatte bulunursa, ondan kendisine de bir hisse vardır kim de kötü bir aracılıkla aracılıkta bulunursa, ondan da kendisine, bir pay vardır. Allah her şeyin üzerinde koruyucudur.[85] Whoever joins himself to another in a good cause shall have a share of it, and whoever joins himself to another in an evil cause shall have the responsibility of it, and Allah controls all things. [85] Whoso interveneth in a good cause will have the reward thereof, and whoso interveneth in an evil cause will bear the consequence thereof. Allah overseeth all things. [85] Whoever recommends and helps a good cause becomes a partner therein And whoever recommends and helps an evil cause, shares in its burden And Allah hath power over all things. [85]Bu ayette ise mealler şöyle olmaktadırGördüğünüz gibi ortada gıda, mıda kalmamıştır ve tahmini, gelişine meallendirme devam etmektedir. Peki nedir bu قوت , qwt kökünün anlamı? Neden gıda anlamı verilmiştir. Aşağıda lügat bilgileri قَاتَ ذ , S, Mgh, O, Msb, K, aor. يَقُوتُ, S, O, Msb, inf. n. قَوْتٌ S, O, Msb, K and قُوتٌ Sb, K and قِيَاتَةٌ, S, O, K, the last originally قِوَاتَةٌ, O, He fed, nourished, or sustained, S, Msb, TA, or fed with what would sustain the body, S, O, K, * TA, [or with food sufficient to sustain life,] or with a small supply of the means of subsistence, TA, him, Msb, TA, or them, K, TA, or his family; S, O; he gave him [or them] what is termed قُوت [q. v.] Msb and ↓ اقاتهُ signifies [in like manner] he gave him his قُوت. TA. It is said in a trad., كَفَى بِالمَرْءِ اـِثْمًا أَنْ يُضَيِّعَ مَنْ يَقُوتُ i. e. [It suffices the man as a sin, or crime, that he destroy] him whom he is bound to sustain, of his family and household and slaves or, as some relate it, ↓ مَنْ يُقِيتُهُ; using a dial. var. [of يقوت]. TA. [And لَهُ ↓ اقتات app. signifies, primarily, He supplied to him food. See this verb below, near the end of the paragraph.] -A2- And قَاتَ and ↓ قوّت and ↓ اقات and ↓ أَقْوَتَ [sometimes] signify He straitened his household, by reason of niggardliness or poverty. TA in art. زنق. -A3- قُوتُوا طَعَامَكُمْ يُبَارِكْ لَكُمْ فِيهِ, a trad., thus related by some, by others ↓ قُوِّتُوا, [loosely expl. in the TA,] means, accord. to some, Measure ye your corn, [and] He will bless you in it or, accord. to others, make ye small round cakes أَقْرَاص of your corn, &c. El-Jلmi' es-Sagheer, and scholia thereon. -A4- See also 8, in the middle of the قَوَّتَ see the preceding paragraph, in two اقاتهُ ذ see 1, first and second sentences. ― -b2- Also He kept, preserved, guarded, or protected, him. TA. -A2- And اقات عَلَى الشَّىْءِ, S, O, K, * and اقاته, K, He had power, or ability, to do, effect, accomplish, attain, or compass, the thing. S, O, K. -A3- See, again, 1, latter half, in two يَتَقَوَّتُ بِكَذَا5 فُلَانٌ يَتَقَوَّتُ بِكَذَا ذ [Such a one feeds, nourishes, or sustains, himself with such a thing], S, O, or بِالقَلِيلِ [with that which is little] Msb or تقّوت بِالشَّىْءِ he made the thing his قُوت [or food]; and بِهِ ↓ اقتات and ↓ اقتاتهُ signify thus likewise TA or بِهِ ↓ اقتات signifies he ate it; Msb; and so does ↓ اقتاتهُ. TA.اقتات8 اقتات ذ signifies He was, or became, fed, nourished, or sustained; being quasi-pass. of قَاتَ signifying as expl. in the beginning of this art. S, A, Mgh, O, K, TA. ― -b2- And it is trans. by means of بِ, and by itself see 5, in four places. One says, هُمْ يَقْتَاتُونَ الحَبَّ [They feed upon, or eat, grain]. A. ― -b3- The saying, of Tufeyl, يَقْتَاتُ فَضْلَ سَنَامِهَا الرَّحْلُis held by ISd to mean, assumed tropical The saddle [as it were] eats the remainder of her hump, [as though] making it to be food for itself accord. to IAar, he says, the meaning is, takes it away thing after thing [or piecemeal]; but I have not heard this [meaning] in any other instance hence, says IAar, the oath sworn one day by El-'Okeylee, [said in the A to be an oath of the Arabs of the desert,] نَفْسِى البَصِيرِ مَا فَعَلْتُ ↓ لَا وَقَائِتِ, for, he says, الاِقْتِيَاتُ [the inf. n. of اقتات] and القَوْتُ [inf. n. of ↓ قَاتَ] are one [in signification]; and AM says that the meaning of this is, [No, by] Him who takes my spirit, breath after breath, until He has taken it wholly, [the All-seeing, I did not that thing] and the saying of Tufeyl means the saddle, while I am riding upon it, takes by little and little the fat of her hump until there remains not of it aught. TA. ― -b4- One says also, الحَرْبُ تَقْتَاتُ الاـِبِلَ tropical [War makes the camels to be food]; meaning that [in consequence of war] the camels are given in payment of bloodwits. A. ― -b5- And فُلَانٌ يَقْتَاتُ الكَلَامَ tropical Such a one retrenches, or curtails, speech, or talk; [said of one who speaks, or talks, little;] syn. يُقِلُّهُ. A. -A2- See also 1, latter half. [Hence,] one says, ↓ اِقْتَتْ لِنَارِكَ قِيتَةً assumed tropical [Supply to thy fire ali- ment;] feed thy fire with fuel. S, O, K. And ↓ اِقْتَتْ لِلنَّارِ نَفْخَكَ قِيتَةً, and اُنْفُخْ فِى النَّارِ نَفْخًا ↓ قُوتًا, assumed tropical Blow thou the fire with thy blowing, and with a blowing, gently and little [as an aliment]. L.استقاتهُ10 استقاتهُ ذ He asked of him قُوت [i. e. food, or victuals]. S, A, O, K.قَاتٌ[ قَاتٌ ذ A species of tree, of the class Pentandria, order Monogynia, of the Linnوan system; belonging to the natural order of Celastraceو; mentioned in botanical works under the name of Catha edulis; and fully described by Forskهl in his Flora ئgypt. Arab., pp. 63, 64; in the latter page of which he says “ In Yemen colitur iisdem hortis cum Coffea. Stipitibus plantatur. Arabes folia viridia avide edunt, multum eorum vires venditantes, qui copiosius comederit, vel totam vigilet noctem asseverant quoque pestem ea loca non intrare ubi hوc colitur arbor ” &c. ― -b2- And in the same work, p. cxviii., Forskهl mentions قات الرعيان by which is meant قَاتُ الرُّعْيَانِ as the name of A species of lettuce, lactuca inermis. ― -b3- Respecting the former plant, see also De Sacy's Chrest. Arabe, sec. ed., i. 462, 463.]قُوتقُوت ذ Food, aliment, nutriment, victuals, or provisions, by means of which the body of man is sustained; S, A, * O, K; * as also ↓ قِيتٌ and ↓ قِيتَةٌ, S, O, K, as used in phrases here following, S, O, with kesr to the ق, and the و changed into ى, S, and ↓ قَائِتٌ and ↓ قُوَاتٌ, K, the last mentioned, but not expl., by Lh, and thought by ISd to be from قُوتٌ TA what is eaten for the purpose of retaining the remains of life; A, * O, * Msb, TA; * thus expl. by Az and IF Msb or food sufficient to sustain life TA pl. أَقْوَاتٌ. Msb, TA. One says, مَا عِنْدَهُ قُوتُ لَيْلَةٍ and لَيْلَةٍ ↓ قِيتُ and لَيْلَةٍ ↓ قِيتَةُ S, O, TA He has not a night's food sufficient to sustain life. TA. And ↓ جَدُّ امْرِئٍ فِى قَائِتِهِ, a prov., meaning A man's lot in life is manifest in his food. Meyd. ― -b2- See also 8, last ذ see قُوتٌ, in two ذ see قُوتٌ, in two places ― -b2- and see also 8, last two ذ see قُوتٌ, first ذ [act. part. n. of قَاتَ; Feeding, &c. ― -b2- And hence, Sufficing]. القَائِتُ مِنَ العَيْشِ means What is sufficient [of the means of subsistence]. K. And one says, هُوَ فِى قَائِتٍ مِنَ العَيْشِ He is in a state of sufficiency [in respect of the means of subsistence]. S. O. ― -b3- See also قُوتٌ, in two places. -A2- See also 8, former half. ― -b2- القَائِتُ is an appellation of The lion. O, K.مُقِيتٌمُقِيتٌ ذ [Giving, or a giver of, food, nourishment, or sustenance. See 1, first sentence. ― -b2- And hence,] Keeping, preserving, guarding, or protecting; or a keeper, &c.; syn. حَافِظٌ [as signifying thus; and app. as signifying also watching; or a watcher] S, A, O, Msb, K and witnessing; or a witness; syn. شَاهِدٌ; S, O, Msb, K; or شَهِيدٌ A and AO says that it signifies, with the Arabs, one acquainted مَوْقُوفٌ with a thing عَلَى شَىْءٍ. TA. Th cites the following verses of Es-Semow'al Ibn-ءdiyà, O لَيْتَ شِعْرِى وَأَشْعُرَنَّ اـِذَا مَاقَرَّبُوهَا مَنْشُورَةً وَدُعِيتُأَلِىَ الفَضْلُ أَمْ عَلَىَّ اـِذَا حُوسِبْتُ اـِنِّى عَلَى الحِسَابِ مُقِيتُ[meaning Would that I knew, but I shall assuredly know when they shall have set it namely, the صَحِيفَة, or record, of my actions, near, unfolded, and I am summoned, whether superiority be for me or against me when I am reckoned with verily I shall be a watcher, or a witness, of the reckoning, or, accord. to some, as is said in the TA, acquainted with the reckoning] i. e. I shall know what evil I have done; for [as is said in the Kur lxxv. 14] man shall be a witness against himself S, O, TA IB says that, accord. to Seer, the correct reading is, رَبِّى على الحساب مقيت [meaning my Lord is able to make the reckoning] because he who is submissive to his Lord does not describe himself by this epithet but IB adds that Seer has founded this remark upon the assumption that مقيت is here used as meaning مُقْتَدِرٌ; and that if it be understood as syn. with حَافِظٌ and شَاهِدٌ, the former reading is not objectionable. TA. ― -b3- المُقِيتُ is one of the best names of God TA and [as such] signifies The Possessor of power; Fr, Zj, S, O, Msb, K, TA; as He who gives to every man his قُوت [or food], F, S, O, K, TA, and likewise to everything TA or as one of those names, TA the Preserver, or Protector, Zj, TA, who gives to everything such preservation, or protection, as is needful. TA. It is said in the Kur [iv. 87], وَكَانَ اللّٰهُ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ مُقِيتًا, S, O, meaning [For God is] a possessor of power [over everything, or is omnipotent], Ksh, Bd, Jel, so He will requite everyone for what he has done Jel or a witness, [and] a preserver, or protector, or watcher. Ksh, Bd..Anlayacağınız gibi قوت , qwt kökünün anlamı aslında bir şeyin devamlılığını, sürdürülebilirliğini sağlamak, onun için gerekli olanı yapmaktır sustain demektir. Fakat lügatte buna örnek olarak insanın beslenmesi verilmektedir. Bir insan beslenemez ise varlığını sürdüremez. Bu nedenle gıda bir insanın varlığını devam ettirmek için gerekli olan şeydir. Sanırım yeterli araştırma ve düşünme gerçekleştirilmeden bu anlamlar verilmiştir. Sonradan gelenler ise taklitle bu hatayı devam ayetteki “ekvateha” kelimesindeki “ha” dişil zamiri revasiye kıtalar kelimesine gitmektedir. Kıtaların ne gibi bir gıdaya ihtiyacı olabilir? Olmaz tabi ama bir yanlışlık yapıldı mı, ardarda yanlışlığa sebep bu üç ayetin daha doğru meallerini görelimNisa 85. Ayet meali Kim güzel bir aracılıkla aracılıkta bulunursa ondan kendisine bir hisse olur. Ve kim kötü bir aracılıkla aracılıkta bulunursa ondan ona kefillik payı vardır. Ve Allah her şey üzerine gereğini 10-11. Ayet mealiVe onun üstünden orada kıtalar ve orada elverişlilik potansiyel kıldı. Ve orada onun sürdürülürlüğü için gerekli olanı soruşturanlar için eşit dört dönem içinde duman halindeki göğü düzenledi. Ve ona ve yeryüzüne dedi ki İsteyerek veya istemeyerek bir duruma gelin. İkisi dedi ki İsteyerek bir duruma Allah bilir.
fussilet suresi 34 ayet tefsiri